Türkiye’de ve Hollanda’da...
Birkaç gün önce Türkiye’den yaşadığım ülke olan Hollanda'ya geri döndüm. Türkiye'de on günü Ankara’da olmak üzere toplam on dört gün kaldım. Genel olarak bu günleri sevdiklerimle geçirdiğim için mutluydum. Yalnız bu süre içinde güzel ülkemde yaşarken bazı olaylara şahit oldum ve ister istemez yaşadığım toplumla kıyasladım. Bunlardan bazılarını yazarak dostlarla paylaşmanın yararlı olacağını düşündüm.
Çalışma
koşulları, sosyal güvence
Gözlemlediğim ilk önemli şeylerden birisi işsizliğin yüksek boyutlarda olmasıydı. Buna bağlı olarak çalışanlar da olumsuz koşullarda
çalıştırılıyordu. Var olan sosyal haklar ve güvenceler giderek kısıtlanmıştı. “Sözleşmeli personel” adı altında aynı işi gördükleri halde
kadrolu olan personelden daha az ücretle ama daha fazla çalışan insanlarla tanıştım. Ve genel olarak da giderek işverenlerin daha çok bu
yolu seçtikleri izlenimini edindim.
Son yıllarda sosyal güvence ve sosyal haklar bakımından Hollanda’da da bir gerileme görülse de Türkiye ile kıyaslandığında hala çok
ilerde olduğu bir gerçektir. Örneğin burada her koşulda insanlar en azından kendilerinin temel ihtiyaçlarını görebilecek kadar bir işsizlik
ücreti almaktadır. Bu durum insanlara geleceğe ait bir güvence oluşturmaktadır.
İnsan ilişkileri ve yalan söyleme
Toplumdaki kirlenme üst boyutlarda. Bu konuda bir çok örnek vermek mümkün. Ben birkaçından bahsedeyim.
İnsanların çoğu kolayca yalan söyleyebiliyorlar. Hem de hiç utanmadan. Bir otobüs terminalinde bir “ayakçı” otobüsün sözgelişi saat
16.00’da kalkacağını bildiği halde bilet satmak için (hem de yemin ederek) otobüsün saat 15.30’da kalkacağını söyleyebiliyor. Sokakta
karşılaştığınız dilenciler kendini acındırmak için bin bir yalan uyduruyor. Eskiden dilencilik sakatların işi olduğu halde şimdi sapasağlam
genç insanlar bile (yine utanmadan!) sizden para isteyebiliyorlar.
Dükkan sahipleri ve satıcılar da öyle. Bir malı satabilmek için bin bir yola baş vurabiliyorlar. Sözgelişi size yakışmayan ve/veya bol gelen bir
pantolona “iyi oldu”, “güzel oldu” vb. şeyler diyebiliyorlar. Bir dükkanın önünde bir “t-shirt”e bakın da görün, siz çağırmadan biri hemen
yanınızda biter: “Nasıl bir şey arıyordunuz?... Diğer çeşitlerimiz içerde... Sizin için mi olacak?.. “ vb. sorular gelir. Sanki müşterinin dili
yokmuş ve ihtiyacı olduğunda yardım isteyemezmiş gibi. (Avrupa’dan gelen yabancı turistlerin ülkemiz hakkındaki şikayetlerinin başında
geliyor bu durum haklı olarak.)
Bir gün daha önce de karşılaştığım ama tepki göstermediğim bir olayı yeniden yaşadım. Bir dükkancıya aradığım bir malı sordum. Bana
yüz metre ötedeki bir dükkanı tarif ederek o malı orada bulabileceğimi söyledi ve arkasından ekledi:
“Benim gönderdiğimi söyleyin, size yardımcı olurlar...”
Dayanamadım ve sordum tekrar:
“Senin gönderdiğini söylemesem yardımcı olmayacaklar mı yani?”
Bu soruyu beklemiyor olacak ki şaşırdı, kem küm etmeye başladı:”
“... ederler de, beni söylersen uygun fiyat yaparlar...”
Sinirlenmeye başlamıştım:
“Kardeşim, sen beni tanımıyorsun, bana neden uygun fiyat yaptırmak isteyesin ki? Sonra diyelim ki öyle olacak, senin tarafından
gönderilmeyen bir insan demek ki o malı daha pahalı alacak. Ona yazık değil mi, bu bir eşitsizlik değil mi?”
Adamın kem kümü fazlalaştı, verecek yanıtı kalmamıştı. Doğru düzgün bir yanıtı da olamazdı zaten. Çünkü yaptığı şey gerçekten bana
o malın ucuza verilmesini sağlamak falan değildi. O benimle diğer dükkana “hey bak, sana müşteri gönderiyorum, sen de bana gönder!”
mesajıydı.
Türkiye’de bahsettiğim tuhaf insan ilişkilerini bir çok alanda görmek mümkün.
Aklıma gelen bir başka olay ise para üstü verme durumları. Özellikle küçük gişelerde bir şey satın aldığınızda paranın üstü “taksit taksit”
geri veriliyor. Gişecilerin en azından bazılarının bunu bilinçli yaptığını düşündüm. Gişeden alışveriş yapan bin bir çeşit insanın olduğu
düşünülürse (o anda acelesi olan, başı ağıran ya da yaşlı unutkan birisi olma ihtimali var tabii ki.) bu durumun sonuçları az çok tahmin
edilebilir. Hele bırakın gişeleri bu durumla İstanbul-Yalova seferi yapan bir feribotta da karşılaştım. Bir çay ısmarlamış ve 20 milyon
vermiştim.
“Üzerimde bozuk yok, üstünü şimdi getiriyorum” diyerek gitti garson. Dışarıda on beş dakika oturdum, paranın üstü gelmedi. Garsonu
pencereden görüyordum, işler yoğun falan da değildi. İçeriye girip paranın üstünü neden getirmediğini sordum.Biraz şaşırmış gibi yaptı,
benim yanımda diğer garsona parayı bozdurmaya başladı.
“Peki ben dalgın olsam demek ki para sende kalacak, öyle mi?” diye sordum.
“Yok abi, ben unutmam...” dedi. Evet bence de unutmamıştı ama bilinçli olarak paranın üstünü getirmemişti. Bunu günde 10 kişiye yapsa
birisinin unutma durumu mümkündü. Ve böyle bir şeyin olması durumunda garsonun yaptığı şey hırsızlıktı tabii ki.
Oysa Hollanda’da günlük yaşamdaki insan ilişkilerinde büyük oranda dürüstlük hüküm sürmekte. Türkiye’de dürüstlük, Hollanda’da ise yalan
söyleme istisna bir durum diye düşündüm. Türkiye’de olduğumda “birileri tarafından aldatılma riskinin” var olması duygusu ben Hollanda’ya
döndükten sonra azalmasını, hatta yok olmasını yazdıklarımın gerçek olmasına bağlıyorum.
Türkçe ve ulusal kültür erozyonu
Türkiye’de beni en çok rahatsız eden şeylerin başında gelen bir şey de güzel dilimizin de toplumsal çürümüşlükten nasibini alıyor
olmasıdır. Kent merkezine çıktığımda çevremdeki tabelaların bir çoğunun İngilizce olduğunu görürüm. Türkçe karşılıklarının olmasına
rağmen insanların İngilizce karşılıklarını kullanmasını anlayamam doğrusu.
Büyük süper marketlerin ve işyerlerinin adlarının İngilizce olmasını anlayabilirim elbette. Bu işyerleri sahipleri, patronları, efendileri ABD’ye
olan bağlılıklarının sonucu olarak bunu yapıyorlar diyelim. Ya küçük işyerlerinin bir çoğunun sahiplerine ne demeli? Ya sokaktaki bir çok
insanın da bazı İngilizce sözcükleri tercih etmesine ne demeli?
Yurtdışında yaşadığım için şunları söyleyebilirim: Bizim kültürel güzelliklerimiz, biz “biz” kaldığımız ölçüde güzel kalırlar. Ona buna
benzemeye çalışmakla “onlar gibi” olamayacağımız gibi (kopya oluruz ancak!) kaybedeceğimiz, kaybettiğimiz şey kendi kimliğimizdir.
Yapılabilecek en güzel şey her ulustan insanların kendi kimliğinde kalarak kültürlerini geliştirmek ve güzelleştirmektir.
İnternet ve iletişim
Türkiye’de yaşadığım bir olumsuz sürpriz gelişme; ABD ve Avrupa ile olan internet bağlantılarının Cezayir’deki bir deprem yüzünden çok
fazla yavaş olmasıydı. Bu yüzden sanki insanlar sadece Türkiye’de olan internet servis sağlayıcılarına mahkum olmuş gibiydi.
Hollanda’da kablo ile internet bağlantısına sahip olduğum için kendimi şanslı hissettim. Hollanda nüfusunun üçte ikisinin evlerinde internet
bağlantısı varken Türkiye’de internetle ilişkisi olanlar onda birin altında olması çok üzücü bir durumdu. Üstelik internet bağlantısı olanlar da
binbir türlü sıkıntılarla karşılaşıyorlardı. Bunların en başında bağlantı ve yavaşlık sorunu geliyordu.
........
Yukarıdaki konular çoğaltılabilir elbette. Ben sadece dikkatimi çeken birkaç tanesine değindim. Türkiye’nin şu andaki gerçekleri bunlar.
Ayrıca yazdıklarımdan Hollanda’nın güllük gülistanlık olduğu sonucu çıkarılmasın sakın. Burada bir yabancı (!) olarak yaşamanın da
kendine özgü sorunları vardır ve bazen yaşamı çekilmez hale getirebilmektedir.
Sonuç olarak, Türkiye ve Hollanda’nın aynı kategoride olmayan ülkeler olduğunun bilincinde olmalıyız. Her iki ülkenin tarihsel geçmişi ve
kapitalizmin gelişim süreci farklıdır. Bu farklılığın nasıl oluştuğu başka yazıların konusudur.
Ama hangi ülke olursa olsun, toplumun olumlu ya da olumsuz şekillenmesinde belirleyici faktör ülkenin sistemi olsa da; içinde yaşanılan
durumun farkında olan herkesin yapabileceği bir şeyler vardır diye düşünüyorum.
Turgay Usanmaz
06-06-2003