SANTRAL ÇIK ARADAN
Ölümle yüz yüze gelince, hakikaten de insanın hayatı film şeridi gibi geçiyormuş gözünün önünden... Şahsen ben bu sürrealist hapislik başladığından beri, hüzünle başa sarıp duruyorum. Benim kuşağımın ve benden bir önceki neslin hâlâ hayatta olanlarının; yani bilgisayarın, cep telefonlarının ve internetin icadından önce dünyaya gelen insanların yaşamları, bu icatların içine doğan günümüz gençlerininkinden çok farklıydı. O kadar farklıydı ki sanki başka gezegenlerin canlıları gibiyiz şimdikilerle...
Zannediyorum ki tarihimizin ve soyumuzun en dengesiz insan yığınlarını oluşturmamızın temel nedeni de insanın varoluşsal evrimi ile teknolojik devrimler arasındaki bu büyük orantısızlıktır.
Bugün internet denilen mucizenin sayesinde resmen birbirimizin beyninin içindeyiz... Benim gibi, evinde telefonu olan komşuya rica minnet edip konuşmak istediğimiz numarayı santrale yazdırdıktan sonra saatlerce beklenen "santral çık aradan" dönemi çocukları için manyak bir durum bu...
Ben hâlâ bazen, oturduğum yerden tuşlara basarak yazdığım cümlelerin, anında dünyanın öteki ucundaki bir insanın zihnine ulaşıyor olması karşısında dehşete kapılıyorum... Sihir gibi... Bazen kızıma anlatıyorum o dönemleri de kahkahalarla gülerek alay ediyor benimle... Böyle bir yaşamı hayal bile edemiyor. Oysa ki benim annemin anılarıyla benim hayatım arasında, belki biraz konfor farkından başka hiçbir uçurum yoktu.
Çocukluğumda her gece tasarruf amacıyla birkaç saat elektrik kesintisi yapılırdı şehirde... Babam Jawa motosikletinden çıkardığı aküye minik ampullerden takar, öyle aydınlatırdı evimizi... Evler ampulle değil sevgiyle aydınlanırdı oysa; ama o bunu bilmezdi... Neyse, acıklı mevzulara girmeyelim.
Sonra televizyon denilen şey geldi; ama bizim eve değil, üzerindeki dantel örtüsüyle birlikte üst kattaki Alamancı komşumuzun vitrinine...
Birkaç yıl mahallenin bütün çocukları toplaşıp, sadece o danteli seyrettik; çünkü komşularımız televizyonu getirmişlerdi; lakin yayınını getirememişlerdi Alamanya'dan... Bize o kutunun içinde insanların hareket ettiğini, konuşup gülüştüğünü anlatırlardı; ben kafayı yerdim. Bir türlü sığdıramazdım insanları o küçücük şeyin içine...
Sonra o sıralar sadece İstanbul ve Ankara'da olan televizyon yayını Sivas'a da geldi de mucizeyi gözlerimizle görüp rahatladık. Ne var ki bu sefer de bütün çocuklar, kendi yoksul evlerimizde televizyon olmadığı için, daha fazla kafayı yemeye başladık. Apartmanımızın önünde, eni ancak bir karış, yüksekliği de bir metre kadar olan alçak bir duvar vardı; biz bacak kadar veletler onun üstüne çıkar, çıkmamız da yetmez, bir de zıplardık ki bir saniyeliğine bile olsa, içi hareket eden insanlarla dolu olan o sihirli kutuyu görelim komşumuzun penceresinden... Şimdi düşünüyorum da, resmen çılgınlıkmış. Bir keresinde bir zıpladım; yere indiğimde betona çakılmış, alnım karpuz gibi yarılmış vaziyette ciyak ciyak ağlarken buldum kendimi.... Belki de kafamın kırıklığı o olaydan kalmadır bilmiyorum.
Dediğim gibi, öyle elimizin altında cırt cırt cırt tuşlarına basarak dilediğimizce konuşabileceğimiz bir telefonu hayal bile edemezdik. Çevirmeli telefon, yazdırmalı konuşma, o da komşuda... Sık sık araya giren santral de cabası. O dönemleri yaşayıp da "Santral çık aradan," cümlesini hatırlamayan var mıdır bilmem.
Yakınlarımıza ancak mektup yazar ya da kart atardık. Üzerinde, oynatınca hareket eden resimler bulunan üç boyutlu kartpostallar vardı eskiden... Onlar bile gözüme çok müthiş gözükür, büyülerdi beni... Şimdiki giflerin tek hareketlisi gibi... En çok da, göz kırpan kadın ve kanat çırpan kuş resimleri olurdu; saatlerce oynatır bakardım öyle hayran hayran...
Mutluluk iki gözüm, mavi bir kartpostalda kanat çırpan kuştaydı...
O zamanlar ansiklopedi ve koleksiyon devriydi. Her zengin ya da orta halli evin misafir odasında illâ ki bulunan takoz vitrinlerin en görünür rafını mutlaka cilt cilt ansiklopediler kaplardı. Bizim vitrinimiz olmadığı için, kitaplıklı çek-yatımızda dururdu ansiklopedilerimiz ve kitaplarımız... Ben deli gibi okur, bir de pul ve kartpostal koleksiyonları yapardım. Tabii itinayla biriktirdiğim Doğan Kardeş ve Sek Sek dergilerini saymazsam... Biraz büyüdüğümde, Türk filmlerinden mi ne, "Gel sana pul koleksiyonumu göstereyim," şeysini öğrenince bir süre koleksiyonumla arama mesafe koyduğumu hatırlıyorum.
Ciddiyim; çok tutucuydum ben ergenken. Sadece ben mi, bütün kızlar çok tutucuyduk. Biri bize yan gözle baksa ağlar; birine gönlümüz düşse, anlayacak diye karalar bağlardık. Daha önce de bir kısa öykümde yazmıştım; orta sondayken sınıfımızın çift dikiş giden ve dolayısıyla da benden üç yaş büyük olan serseri yakışıklısına âşık olmuştum. O serseri, ben inek sınıf başkanı... Her teneffüs, uslu bile dursa yaramazlar listesine adını yazar, illâ ki öğretmenlerimizden azar işitmesini sağlardım. Liste dediğim de, onun dışında herkese karşı son derece sevecen olan yufka yüreğim yüzünden, genelikle ondan başka kimsenin isminin bulunmadığı bir kâğıt parçası... Garibim, "Ben bir şey yapmadım," diye yemin billah ederdi; ama hangi öğretmen onu umursar ki... Bir tarafta inek sınıf başkanı, öte tarafta çift dikişli serseri...
Tamam, gurur duymuyorum yaptığımdan, hatta utanıyorum; ama o zamanlar duygularımı anlamaması için bulduğum tek çare buydu işte ne yapayım... Var mı öyle, kız erkeğe aşkını belli edecek... Kimseye kıyamazdım, ona kıyardım... Yani ki, geberdim aşkımdan da duygularımı açık etmedim; hatta eziyetlerim yüzünden benden nefret etti. Ortaokulu bu şekilde bitirdik ve bizim Sivas'tan İzmir'e taşınmamız üzerine de bir daha hiç karşılaşmadık. Belki de zaman zaman çocuklarına, "Ortaokuldayken sınıfımızda manyak bir kız vardı, bana durmadan korkunç şeyler yapardı," diye anlatmıştır, kim bilir. Sivas Selçuk Ortaokulu'ndan C. Y.; hiç ihtimal vermiyorum ama bu satırları okuyorsan lütfen hakkını helal et. Sana çok ettim; ama işte kızlar öyle gururlu olur sanıyordum. Tamam ben biraz abartmışım, kafamın kırıklığına ver noolur. Dünya ahret abimsin; eşine, çocuklarına selam.
Nerde kalmıştık? Hah; çocukken Uzay Yolu dizisini çok severdim, hatta fanatiğiydim diyebilirim. Her bölümünü hayretten gözlerim fal taşı gibi açılarak izler; Kaptan Körk'ün, sivri kulaklı Mr. Spack'ın ve diğerlerinin herhangi bir gezegene indiklerinde uzay gemisindeki arkadaşlarıyla kollarına takılı saat gibi bir aletle konuşarak iletişim kurabilmeleri, bana gerçekleşmesi asla mümkün olamayacak ütopik bir hayal gibi gelirdi. Oysa ki bugün aynı şeyi ben kendim yapıyorum. Hem de nicedir hayatımın sıradan bir parçası haline gelmiş olan cep telefonu diye bir aletle...
Kısacısı, üç günlük ömürlerimizde çağlar yaşadık; çocukluğumuzun bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz pek çok hayal, peyderpey gerçek oldu. Tıpkı nicedir izlediğimiz distopik bilim kurgu filmleri ile bizi hazırladıkları karanlık geleceğin de gerçek olmak üzere olduğu gibi...
Göz açıp kapayıncaya kadar geçen hayatlarımızda önce misketler, uçurtmalar, yakan toplar, masalcı nineler, komşu gezmeleri, şekerlikler, mektuplar, kartpostallar vardı; sonra televizyonlar, bilgisayarlar, uzay mekikleri, cep telefonları, robotlar, yapay zekâlar, en sonunda da Corona geldi.
Hiçbir şeyimizin yokken kuşlar gibi özgür olduğumuz yaşam alanlarımız, her teknolojik gelişmeyle biraz daha daraldı ve sonunda da kölesi olduğumuz o teknolojinin altın vuruşuyla ölümcül bir esarete mahkûm olduk.
Beni en çok üzen, bu esaretin altında kalbimiz sıkışarak ölümü beklerken gözümüzün önünden film şeridi gibi geçen hiçbir hatıramızın, çocuklarımızla ortak olmayacağını bilmek ve sadece karanlığından emin olduğumuz geleceğin tüyler ürpertici belirsizliği...
Keşke o karanlık ve belirsiz geleceğe de "Santral çık aradan!" diyebilseydik.
Rabia Mine


















