İPEK ŞEHRİN GÖÇ ÇOCUKLARI
O gece, kuzenimle birlikte, bizi kucaklayan şehrin karanlık kollarından sıyrılmış “Küçük Kız” ın barına gelmiştik... Aradan yıllar geçse de, on bir yaşın, yüreğine bıraktığı çocuk heyecanıyla çıkmıştın karşımıza.
Aylar sonra, seni ilk kez telefonla aradığım gün, yüreğimin boğazımdan fırlarcasına çırpındığını hissediyor, numaratörlere dokunan parmaklarım rüzgara tutulmuş bir yaprak gibi titriyordu.
Çok özel bir günden bahsediyorum... Yaşamın sıradanlığını tozlu raflara kaldırıp çılgınlık limitini aşma gününden... Doğum günümden... En güzel duygularımızı paylaşacağımız bir günde, yanımızda olmanı çok istemiştim. Bu özel günü duyurup hediyelerle gelme zorunluluğu duymaman için seni, bahçesinde keçi ve tavukların dolaştığı papatya kokulu küçük bir kır kahvesine davet etmiştim.
On iki Mayıs Salı... Saat 14.00. Kuzenim ve ben, bize katılacağını umarak oturduğumuz yerden sürekli geleceğin yöne doğru bakıyoruz. İlerleyen saatlerle birlikte boşa kürek çektiğimizi anlamıştık ama her şeye rağmen dereyi görmeden paçaları sıvayan bizdik. İkimiz... Gelme umudunu içimizde yitirmeden ard arda açtığımız telefonlarla belki de rahatsız etmiştik seni... Öyle ya, gelemeyeceğini baştan düşünmeliydik... bizim gibi kır kahvelerinde dolaşarak zaman öldüremezdin.
Davetlilerle dolup taşan, şöyle beş yıldızlı bir otelde kutlasaymışım bu özel günü... sana yakışanı unutmuşum, bağışla... Böyle üzerine düşerek seni sıkmaya hakkımız yoktu. “Geliyor işte, bak şurada!” diyerek, birbirimizle şakalaşırken aslında, uğradığımız hayal kırıklıklarını ortalığı kasıp kavuran kahkahalarımızla örtbas etmeye çalışıyor, herkesi kendimiz gibi görmek istediğimiz için acılarımıza çanak tutuyorduk. Oysa ki her türlü beklentinin insanlarda hayal kırıklığı yaşatabileceğini hiç düşünmemiştik...
Hayat, güçlü bir yürekle yaşamayı ve paylaşmayı başarabilmek değil miydi? Artık, yeterince büyüdüğümü ve kendimle birlikte içimdeki çocuğu da büyüttüğümü düşünüyorum. Çünkü, yeryüzünün tadı kalmadı... İçinde, sevgiyi ve saflığı barındıran gerçek dostluklar gibi... Bütün güzel duygular yitip gitti...
Ya dostum, artık, doğum günü kutlamıyorum... Çünkü, on iki mayıslar içimi acıtıyor... Yoksulluk, savaş ve şiddet var gündemde... Nereye baksam, göz yaşları içinde çığlık çığlık bağıran acı çeken insanlar görüyorum.
Sevgi, barış, kardeşlik adına emek veren çok az kişi kaldı. Hak etmedikleri bir biçimde ölen, öldürülen, aç kalan ya da iğrenç politikalar yüzünden parçalanan değerlerle iç içe yaşıyoruz. Nereye gitsem, burnumda yanık et kokuları...
Sonra, bir sabahın gazetesi; ilk sayfayı açıyorum, kocaman puntolarla; “Annesini Öldürdü” yazıyor bir katil için... Düşünüyorum... Bunun gibi kaç tane vardır kim bilir, bu gün de ellerini kana bulayan? Bu küçücük şehirde bile cinayetler işleniyor... Bir adam, annesini öldürüyor... Yıllar boyu kendisini besleyip büyüten annesini! Oysa iki gün sonra anneler günü kutlanacak... Sonra, iki elimi başımın arasına alıp, gidiyorum uzaklara... Bir gün, biri karşıma çıkıp beni de öldürebilir mi diye ürperiyor içim... Gasp, soygun ve bunu izleyen diğer cinayetler dökülüyor gazete sayfalarından... Aşklar da öyle, ne kadar kanlı değil mi? Oysa Dostoyevski, “dünyayı güzellik kurtaracak” demişti.
Varoşlarla iç içe yaşıyoruz. Burada çocuklar, her öğleden sonra üçer, beşer kişilik gruplar halinde parka inerler... Oyun alanlarında, bir köşeye çekilir zengin çocuklarının evlerinden getirdikleri rengarenk kum kovalarına, oyuncak kamyonlarına hayranlıkla bakarlar çünkü, oyuna alınmazlar... Anne ve babaları, yıllar önce doğdukları toprakları bırakıp büyük şehrin kalabalığına karımış, bu yüzden ayrımcılık varmış ipek şehrin çocukları arasında, sevilmezlermiş...
Hüseyin, yedi çocuklu bir ailenin en küçük ferdi... Daha kaç Hüseyin var yalnızca bu mahallede kim bilir? O, henüz yedi yaşında, onu ilk gördüğümde dört yaşında sanmıştım... Gerçekte itilip kakılsalar da, Hüseyin’e ve yoldaşlarına “İpek Şehrin siyah gözlü güvercinleri” diyorum. Hüseyin’in ailesi, dört yıl önce Dersim’den gelmiş... Kapı komşuları Halil Amcaları da Siirtten göç etmiş.
Biliyor musun, ben de bir zamanlar siyah gözlü bir göç çocuğunu sevmiştim... O çocuk, şimdi yüreğimde “bıçak yarası”. Taşı taş üzerinde bırakmayan afetlerin en büyüğüdür Aşk... Eros, o gece oklarını ve kozlarını tamamen bana karşı kullanmıştı. Yüreğime hızla fırlattığı okun ucundaki kağıdı çıkarıp aldım... Üzerinde, “Dostluğun, kardeşliğin yeniden yeşermesine vesile olan (Newroz) un insanlık adına güzellikler getirmesini dilerim” yazılı bir not vardı.
Aşkın bir çok tanımı olsa da, o hiçbir şeyi tanımıyor... Zaman geçtikçe ve hayatı daha iyi anladıkça aşkın yalnızca acılardan ibaret olduğunu öğrenmiştim. Bir başka deyişle, adını koyamadığım bir vurgunu yaşamıştım akıl denilen şeyin beni ebediyen terk ettiğini sandığım günlerde...
Her öğleden sonra, parka iner, içim acıyarak izlerim esmer tenli göç çocuklarını... Gelenekten mi, tesadüften mi bilinmez, kız çocuklar oyun için katılmaz aralarına... Kömür karası gözleriyle, kum havuzlarında yürütülen kamyonların üzerinde, dalar dalar uzaklara giderler... Belki babalarını bindirirler şoför mahalline, belki de kendileri biner kamyona. Uzaktan oynarlar düşledikleri oyuncaklarla, kamyonun arkasına yazdıkları yazılar, peşin sıra takılır hayallerinin ardına. İçine geceleri yanıp sönen renkli spotlar koyarlar ya da motorun üzerine bir kilim... Radyonun üzerine annelerinin ördüğü beyaz dantel örtüyü sererler... Özlemle giderler geldikleri yerlere... Gözleri dönmez uzak memleketlerden ve bilmezler esmer tenli göç çocukları, hangi ayın hangi gününde doğduklarını.
Alev Kutluözen
(Berfin Bahar Kültür ve Sanat Dergisi Temmuz 2006)