ÇOCUĞUM SORUNLARINI NİÇİN ÇÖZEMİYOR?

Bireyin yaşamında beslenme, gelişim, eğitim, kültürlenme gibi temel gereksinmelerinin karşıladığı birincil ortam aile ve onun çevresidir. Çocuğunuz aile içinde veya dışında karşılaştığı sorunlarını çözmekte güçlük çekiyorsa öncelikle kendinizi sorgulamanız gerekir. Ailesinin ve yakın çevresinin tutumu, onun davranışlarında oldukça etkili olduğu kaçınılmaz bir gerçektir.

Kasım 24, 2007 - 20:40
 1.6k
Elbette çocuğun gereksinmelerin karşılanmasında aile bireyleri arasında çelişkilerin yaşanması doğal karşılanabilir. Önemli olan gerek aile bireyleri arasında, gerek çocukla yetişkinler arasındaki çelişkiyi en asgari düzeye indirmektir. Başka bir deyişle ortak bir noktada buluşmak ve etkili bir iletişim sağlamak birincil hedefimiz olmalıdır. Her halde çatışmayı hiçbir kimse isteyerek yaratmaz. Öyleyse ne yapılması gerekir?

Öncelikle "İletişim nedir?" sorusuna ortak bir anlayış çerçevesinde yanıt oluşturabilirsek konuyu daha iyi irdeleyebiliriz.

İletişim, Türk Dil Kurumu Sözlüğünde: “Duygu, düşünce ve bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması...” olarak tanımlanmaktadır. Kısaca, “bir durumun bilinir kılınması ve birinden diğerine aktarılması...” olarak da tanımlanabilir. Yani sizinle çocuk arasıda çift şeritli bir yol gibidir. İyi bir iletişim sağlamak için de; karşımızdakine saygı göstermek, onun değer olduğunu benimsemek, abartıdan uzak bir empati (duygudaşlık) ile sağlanabileceğini gözden uzak tutmamak gerekir. Her anne ve baba bu düşünceye sonuna kadar katılır ve elinden geldiğince en doğru bildiği yolu izler. İşte bu izlenen yolda (tutumda) farklılıklar bulunmakta ve kaçınılmaz sorunlar yaşanmaktadır. Elbette, her ülkenin kendine özgü çocuk yetiştirme tutumu mevcut ise de aslında ne kadar aile varsa o kadar çocuk yetiştirme biçimi vardır. Ülkelerin ve ailelerin çocuk yetiştirmedeki bu tutumları da çocuğun kişiliğini etkiler. Bir Japon vatandaşı ile bir ABD vatandaşını, bir Türk vatandaşı ile bir İran vatandaşını veya diğer ülkelerin vatandaşlarını gözünüzün önüne getirdiğinizde bu farklı tutumların etkilerini açıklıkla görebilirsiniz.

Genellikle, anne baba veya yetişkinlerin genel geçer tutumlarına baktığımız zaman otoriter ya da ödüllendirici bir tutum izlediklerini görürüz.

Aşırı otoriter ve baskıcı anne-baba tutumunun temel özeliği, çocuklar her bakımdan ailenin kontrolü altındadır ve itaat esastır. Çocuk, anne-babanın her koyduğu kurala uymak zorundadır. Bu kurallara uyan çocuk iyi çocuktur. Uymayanlar ise çeşitli cezalandırılma yöntemleri uygulanarak uymaları için zorlanırlar. Başka bir deyişle çocuğun denetimi zor kullanılarak veya sevgi esirgenerek yapılır. Büyüklerin söylediği her zaman doğrudur ve itiraz edilemez. Çocuk, cezalandırılma korkusu nedeniyle kızgınlığı ve öfkesini açıkça gösteremez. Aslında çocuk hangi davranışının karşısında ne tür bir tepkiyle karşılaşacağını da bilmez. Ailede, kuvvetliden zayıfa doğru fiziksel ceza geçerli olduğu için aile üyeleri arasında sevgi bağları oldukça zayıflamış, yerini kızgınlık ve korku almıştır. Böylece çocukta “saldırganlık” öğrenilmiş bir davranış olarak kalıcı hale gelmiştir. Bu durumda çocuk esnek düşünemez ve kendine güveni de ortadan kalkar. Kişiliği zayıflayan çocuk; sessiz, uslu, dürüst ve dikkatlidir. Artık çocuk; küskün, silik, çekingen, kolayca etki altında kalan, aşırı hassas ya da devamlı isyan eden bir birey haline gelmiştir...

Aşırı koruyucu, müdahaleci çocuk merkezli anne-baba tutumunun temel özelliği ise, çocuk, aile yaşamının merkezindedir ve her şey ona göre düzenlenir. Onun isteklerine diğer aile bireyleri şartsız uyarlar. Çocuk abartılmış bir sevgi deryasında büyür. İstekleri karşılanırken gereğinden fazla özen gösterilerek çocuk adına kararlar alınır. Tabii çocuk da, çevresinden daima korunup kollanma beklediği için bağımsız hareket edemez. Bu durumda çocuk, aile içi egemenliğinin verdiği güçle doyumsuz, saygısız ve her şeyi başkalarından bekleyen bir kişilik sergilemektedir. Böylece, aile dışındaki çevrede de egemen olma yollarını arayan, sürekli korunma ve kollanma bekleyen, zayıf kişilikli bir çocuk görünümündedir. Gelecekte ise, toplumun kendine vermediği hakları elde etmenin yollarını bulmaya çalışan bir birey haline gelmiştir. Toplum ne çekiyorsa bu gibilerin korunup kollanarak “etkin makamlara” getirilmesinden çekmiyor mu?

Eşitlikçi ve demokratik anne-baba tutumunda çocuk; bağımsız, kendine ait özellikleri olan ve “değer verilen birey” olarak kabul edilmektedir. Aileler, çocuklarının kendine özgü özellikler taşıdığını ve bu farklı durumlarına saygı gösterilmesi gerektiğini bilirler. Karşılık beklemeden onu en içten duygularla severler. Çocuk da aile içinde sevildiğinin farkındadır ve bu nedenle özgürce hareket etmekte, onların desteğinin arkasında olduğunu daima hissetmektedir. Aile ise; çocuğun gelişim basamaklarını izleyerek kendini gerçekleştirmesine yardımcı olmaktadır. Doğal olarak bu ailelerde; aile bireylerinin kendi aralarında biri birine değer veren, saygı ve sevgi gösteren bir tutum sergiledikleri gözlenebilir. Bu ortamda yetişen çocuklar erken yaşta sorumluluk almakta, büyüklerinden korkmamakta, onlar tarafından sevildiklerini hissetmekte ve düşüncelerini serbestçe ifade edebilmektedirler. Bu tutum içindeki ailelerin disiplin anlayışında; istenmeyen davranışın olumlu davranışa dönüşmesi için çocuğun en çok arzu ettiği bir yaşamdan belirli bir süre mahrum bırakılması şeklindedir. Yalnız, sevgi hiçbir zaman disiplin aracı olarak kullanılamaz ve çocuk sevgiden mahrum bırakılamaz...

Bu ana eğilimlerin dışında bazı ailelerde de; anne-baba arasındaki görüş ayrılığı sonucu dengesiz ve kararsız bir tutumun, gereğinden fazla kontrol ve yalnız bırakarak veya görmezden gelerek ilgisiz ve kayıtsız bir ortamın egemen olduğu aileler de vardır. Hatta bazı ailelerde çocuğuna hiç güvenmez ve inanmaz sürekli eleştiren bir tutumun sergilendiği ortamlar da mevcuttur. İşte bu olumsuz tutumlar sonucu çocukta; huzursuzluk, aşırı bağımlılık, duygusal kırıklık ya da çevresi ve arkadaşlarının eşyalarına ve kendilerine zarar veren durumlar ortaya çıkmaktadır. Aileler istemez mi, yakınlık ısısının sarmalı içinde güven, dayanışma ve sevgi ortamı içinde hoş bir aile ortamı oluşturmak...

Bugüne kadar anne ve baba tutumlarına ilişkin birçok yazı okumuşsunuzdur. Biz de yazılarımızda bu konuya değinmişizdir ve bunda sonra da yeri geldikçe değinmeye çalışacağız. İşin püf noktası buradadır da onun için sıkça söz edilmektedir. Aslında burada, bir örnek üzerinden genelleme yapabilmeniz için çocuğun olumsuz bir davranışını olumluya çevirebilir misiniz, sorusuna cevap bulabilme amacı ile tartışma yaratıyoruz. Şimdi bakış açımızı genişleterek konuya bir parça değinmeye çalışalım:

Pek çoğumuz yaşamın; zorlu bir mücadele olduğuna inanır, aslında bu zorlu aşamaları geçerek bu günlere geldiğimizi düşünürüz. Birçok uygulamayı da iyi ve doğru olduğuna inandığımız için yapmaktayız.

Şimdi, aile-çocuk arasındaki çatışmaların kaynağı olan binlerce sorundan birini ele alarak konuyu açıklamaya çalışalım. Örneğin çocuk; “okula gitmek istemiyorum...” dedi ve gitmemek için de binlerce neden sıraladı. Gidiyorsa da, sanki çivili bir fıçıya giriyormuş gibi bir duygu içinde.

Yukarda bahsettiğimiz tutumlardan her hangi birini sergileyen aileyi düşünelim. Baba: “Okula mutlaka gideceksin. Akşam gelince defter ve kitaplarını kontrol edeceğim.” dedi. Ve ya “Okuluna gidersen, istediğin o ayakkabı var ya; sana o ayakkabıyı en kısa zamanda alacağım...” gibi benzeri tutumlar sergilerse; bu, ne o sorunu halleder, ne de çocuğa gelişim ve eğitim açısından bir yararı olur.

Çocuğun sorumluluk alması, düşünce kabiliyetini geliştirmesi, kendini güvenli ve rahat hissetmesi, problemlerini paylaşması, kendini daha iyi ifade etmesi ve mutlu olması bu çözüm yoluyla mümkün değildir. Otoriter bir tutum sergiliyorsak çocuk bağımlı, isyankar ve düşük özgüvene sahip bir davranış içinde olur. Ödüllendirmeli bir tutum sergiliyorsak da çocuk, ödüle bağımlı, bir şeyler elde etmek için sorun yaratma düşüncesini geliştirebilir. Yukarda zaten aile tutumlarının sonucunda çocukların ne tür bir yapıya sahip olduklarını çok az da olsa anlatmaya çalışmıştık... . Pekiyi, nasıl bir yol izlemeliyiz...

Öncelikle, kendi kendinize şu soruları sorabilirsiniz. Siz çocuğunuz yaşındayken, aileniz size ne kadar zaman ayırdı? Sizi dinleme becerileri nasıldı? Sizinle, empati (duygudaşlık) kuruyorlar mıydı? Sizi, anlaması ve dinlemesini istemiş miydiniz? Sorunlarınızı çözmeniz konusunda kendinize ait bir düşünceniz var mıydı? Sorun çözümünü kim ortaya atıyordu? Sizin, farklı çözüm önerileriniz var mıydı? Sorunun çözümüne siz katılıyor muydunuz? gibi...

Şimdi konuyu çocuklar açısından düşünürsek; özlem ve sevgi dolu anılarını mı anımsayacaklar? Onlar çocukluluklarını, sorumluluktan uzak ve rahatlama dönemleri olarak mı düşünecekler? Sizin yukarıdaki sorulara verdiğiniz olumsuz yanıtları olumlu olarak vermek suretiyle mutlu oldukları günleri hatta haftaları hatırlayabilecekler mi? Sorularını irdelerseniz uygulamalarınızı daha kolay belirleyebilirsiniz.

Öyleyse, çocuğun bir konu ya da soruna ilişkin konuşmalarını sabırla dinlemekle işe başlayabilirsiniz. Siz ona açıklamalar için zaman tanıdıkça ve sabırla dinledikçe kendini ifade edebilme özgürlüğü kazanır. Bu da, var olan veya doğabilecek sorunun çözümü için güvenli bir ortam oluşturur. Ancak, hiç yoktan zihninizde kendi kendinize oluşturduğunuz bir konu hakkında açıklamada bulunması için sıkıştırmak ise “sivilceyi yara yapmak” anlamına gelir. Bu sizin doğal tutumunuz olmalı, planlı ve yapmak zorunda olduğunuz bir davranış görüntüsü vermemelidir. Çocuğun böyle bir sorunu var mı, varsa bu sorununu ne zaman gündeme getireceğini bilemezsiniz. Siz onun var olduğunu düşündüğünüz sorununu gündeme getirmesi için zemin oluşturabilirsiniz. Zaten kendini hazır hissettiği anda konuşmaya başlayacaktır.

Böylece, probleme ilişkin duygularını ifade etme özgürlüğüne kavuşan çocuk, kendi duygularının da farkına varmış olur. Çocuk duygularını açıklarken; onun anlatımına yardımcı olmanız gerektiğinde, cümleye kattığınız kelimelere çocuğun katılıp katılmadığına iyi dikkat etmelisiniz. Aksi halde, sizin problemden anladığınız ile çocuğun duygularında var olan sorun arasında farklılıklar oluşacak, yapılan çaba boşa gidecektir. Sizin burada yapmaya çalıştığınız şey çocuğun deneyim ve hislerini tanımaktır. Çocukta var olan korkularını anlayıp üstesinden gelmesi için yardımcı olabilirsiniz. O da başarmanın hazzına varır.

Bu anlayış içinde; “okula gitmeyeceğim” diye direnen çocuğun “problem tanımını” aldığımız zaman "Neden?" "Niçin? "Ne zaman?" "Nerede?" "Kim veya kimler?" gibi soruların yanıtları yerli yerine oturmuş olur. Çocuk ve sizde aynı yaklaşım oluşmuş ve sorunun ana kaynağında birliktelik gerçekleşmiş olur. Şimdi okula gitmek istememenin nedeni, kimden kaynaklandığı, bu durumun çocukta yarattığı duygu ve kaçış ortaya çıkmış ve çocuk tarafından farkına varılmıştır. Ayrıca, yalnız olmadığı ve kendini anlayan ve yanında olan bir ailesinin olduğu bilinci gelişmiş, güven duygusunu kazanmış, rahatça ağlayabileceği ve duygularını ifade edip paylaşabileceği bir ortam yakalamıştır... Tabii olarak aile, sabırlı olmayı hiçbir zaman elden bırakmayacak. Kınama, yadırgama, ümitsizliğe düşme gibi tutumlardan kaçınacak. Çocuk rahatlıkla “ben kendimi ...(mutlu)... hissediyorum” (duygu ifade eden olumlu sözcükler) diyebilecek...

Burada; olayın ne olduğu değil, olayı çocuğun nasıl gördüğü ve algıladığı önemlidir... Çocuk daima sevilmek ve ailesinin onayını almak ister. Sizin geneldeki yaklaşımınız ve sevginiz, onda, olumlu ya da olumsuz olan bu inancı(olumlu veya olumsuz düşünce) geliştirmiştir. Okula gitmek istemeyen çocukta olumsuz inanç olarak “okul sıkıcı ve sevimsizdir...” inancı oluşmuşsa, “hiç kimse tarafından sevilmiyorum...”, “bu işi yapamam...” ve “hiçbir şeyi önemsemiyorum...” duygusu gelişir... İşte bizim görevimiz bu olumsuz inancın yerine olumlu inancı geliştirmesi için çocuğa yardımcı olmaktır. Zaten insan, yaşamı ve zekası, anlayışı ve kavrayışı ile bulunduğu çevrenin tutsağıdır. Bu tutsaklıktan ancak gördüğü eğitim ve kazandığı kültür ölçüsünde kurtulup özgürlüğüne kavuşabilir. Dikkat edilirse burada inanışlar çok önemlidir.

Olumsuz yanlış inanışı olumluya çevirmeyi başardığımız zaman sorunu çözmüşüzdür demektir. Bunu için de çocuğunuzu “asla”, “herkes” ve “hiç kimse” gibi kesin yargılardan sıyrılarak “bazen”, “bazı” gibi ihtimal içeren yargılara yönelmesini sağlamalısınız. Bu durumda “beni hiç kimse sevmiyor” inanışının yerine, sizin destek ve yardımınızla “bazı insanlar beni seviyor” inancı yerleşmiş olacaktır. Bu çalışmayı sorular sorarak da sağlayabilirsiniz. Okulda seni sevenler de var mı? gibi. Mükemmellik her zaman olumlu sonuç doğurmaz. Normal düşünebilen çocuk, “okulda bazı arkadaşlar beni sevmese de ben yaşamıma devam edeceğim”, “bu durumun üstesinden gelebilirim”, şeklinde kendine bir çıkış yolu bulacaktır. “Ben sorumluyum”, “yapabilirim”, “yaşayabilirim”, “bu durumdan kimse sorumlu değildir, ben bunu başarabilirim” şeklinde yargılara varmak insana rahatlık ve mutluluk sağlar. Sizler de sorunlarla baş başa kaldığınızda bu şekilde düşünmüyor musunuz?

Buraya kadar ne yaptığımızı gözden geçirelim. İlk olarak problem tanımlandı. Sonra, bu problemle ilgili duygular bulundu. Bu duyguların oluşumunu sağlayan algılar ve inançlar tespit edildi. Sonra bu olumsuz inançların yerine olumlu inançlar geçirildi. Böylece çocukta belirli bir değişim gerçekleşti. Burada yaptığınız uygulama hemen sorunu çözmeyebilir... O zaman, bu uygulama zaman alabilir şeklinde yargıya vararak çalışmanıza devam edebilirsiniz ya da bırakarak sorunun devamını sağlayabilirsiniz.

Tabii olarak çocukla iletişiminizde güç çatışmasından ve nasihat etmekten kaçınmanız gerekir. Güç kullanır veya sürekli nasihat ederseniz onun direnç göstermesini ve çatışmaya girmesini teşvik etmiş olursunuz. Çocuğa; "ben sana istediğini hiç vermiyor muyum?" sorusu yerine; "daha önce istediğini hiç elde ettin mi?" sorusu yeğlenmelidir. Burada kelimeler benzer, fakat anlam oldukça farklıdır. Böylece problemin çocuğa ait olduğu kendisine anlatılmış olmaktadır. Okulda sevmediği bir ortam varsa, o ortamda siz değil çocuk yaşayacaktır. Sorularınız; çocuğun kendini fark etmesi, anlaması, üstün ve sınırlı yönleriyle kendini kabul etmesi ve geliştirmesi gerekir. Ayrıca, kendine güvenen, kişiler arasında ilişkilerde becerikli, kişisel ve sosyal yönden dengeli ve uyumlu, sorununu çözebilmesi için gerekli olan kaynakları geliştirmesine yönelik olmalıdır. Onu, sorularınızla sıkmadan, eleştiri ve yargılardan kaçınarak sabır ve dikkatle dinlemelisiniz. Çocuğun sorunlarını anladığınızı belirtmek için onun kullandığı kelimelerle özetleyebilirsiniz. Bu da onda ilgilenildiği ve önemsendiği duygusunu geliştirecektir.

Zaten rehberliğin esası da budur. Çocuk için anne ve baba da bir rehberdir. Çin bilgelerinden Lao Tsu; rehber için, “iyi bir lider, takip eder.” der. Zaten siz çocuğunuzla yan yana oluyor ve onun sorununu çözmesi için yardımcı oluyorsunuz. Sorununu kendisi çözmüştür ve sonraki sorunlarını çözebileceğine inanmaktadır. Yaratılmak istenen düşünce de budur.

Şimdi yapmanız gereken; "Bugüne kadar çocuğuma nasıl davrandım?" "Sorunlarını çözmede ne kadar katkıda bulundum?" "Onun eğitimi için neler yaptım?" gibi sorularla kendinizi değerlendirmeniz gerekmektedir. Vereceğiniz yanıtlara göre tutumunuzda bir takım değişiklikler yapabilirsiniz. Örneğin “okul ödevi zordur” olumsuz inanışını “Ben yapabilirim”, “Hiç hata yapmamalıyım” olumsuz inanışını “Hatalarımdan da bir şeyler öğrenebilirim” gibi bir takım sorunları olumlu inanışa dönüştürmek için çocuğunuzla ilgilenmeye başlayabilirsiniz.

Sağlıklı, mutlu ve başarılı evlatlar yetiştirmeniz dileğiyle.

İsmail KARAYILAN