Bireyin yaşamında beslenme, gelişim, eğitim, kültürlenme gibi temel gereksinmelerinin karşıladığı birincil ortam aile ve onun çevresidir. Çocuğunuz aile içinde veya dışında karşılaştığı sorunlarını çözmekte güçlük çekiyorsa öncelikle kendinizi sorgulamanız gerekir. Ailesinin ve yakın çevresinin tutumu, onun davranışlarında oldukça etkili olduğu kaçınılmaz bir gerçektir.
Elbette çocuğun gereksinmelerin karşılanmasında aile bireyleri arasında
çelişkilerin yaşanması doğal karşılanabilir. Önemli olan gerek aile bireyleri
arasında, gerek çocukla yetişkinler arasındaki çelişkiyi en asgari düzeye
indirmektir. Başka bir deyişle ortak bir noktada buluşmak ve etkili bir iletişim
sağlamak birincil hedefimiz olmalıdır. Her halde çatışmayı hiçbir kimse
isteyerek yaratmaz. Öyleyse ne yapılması gerekir?
Öncelikle "İletişim nedir?" sorusuna ortak bir anlayış çerçevesinde yanıt
oluşturabilirsek konuyu daha iyi irdeleyebiliriz.
İletişim, Türk Dil Kurumu Sözlüğünde: “Duygu, düşünce ve bilgilerin akla
gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması...” olarak tanımlanmaktadır.
Kısaca, “bir durumun bilinir kılınması ve birinden diğerine aktarılması...”
olarak da tanımlanabilir. Yani sizinle çocuk arasıda çift şeritli bir yol
gibidir. İyi bir iletişim sağlamak için de; karşımızdakine saygı göstermek, onun
değer olduğunu benimsemek, abartıdan uzak bir empati (duygudaşlık) ile
sağlanabileceğini gözden uzak tutmamak gerekir. Her anne ve baba bu düşünceye
sonuna kadar katılır ve elinden geldiğince en doğru bildiği yolu izler. İşte bu
izlenen yolda (tutumda) farklılıklar bulunmakta ve kaçınılmaz sorunlar
yaşanmaktadır. Elbette, her ülkenin kendine özgü çocuk yetiştirme tutumu mevcut
ise de aslında ne kadar aile varsa o kadar çocuk yetiştirme biçimi vardır.
Ülkelerin ve ailelerin çocuk yetiştirmedeki bu tutumları da çocuğun kişiliğini
etkiler. Bir Japon vatandaşı ile bir ABD vatandaşını, bir Türk vatandaşı ile bir
İran vatandaşını veya diğer ülkelerin vatandaşlarını gözünüzün önüne
getirdiğinizde bu farklı tutumların etkilerini açıklıkla görebilirsiniz.
Genellikle, anne baba veya yetişkinlerin genel geçer tutumlarına baktığımız
zaman otoriter ya da ödüllendirici bir tutum izlediklerini görürüz.
Aşırı otoriter ve baskıcı anne-baba tutumunun temel özeliği, çocuklar her
bakımdan ailenin kontrolü altındadır ve itaat esastır. Çocuk, anne-babanın her
koyduğu kurala uymak zorundadır. Bu kurallara uyan çocuk iyi çocuktur.
Uymayanlar ise çeşitli cezalandırılma yöntemleri uygulanarak uymaları için
zorlanırlar. Başka bir deyişle çocuğun denetimi zor kullanılarak veya sevgi
esirgenerek yapılır. Büyüklerin söylediği her zaman doğrudur ve itiraz edilemez.
Çocuk, cezalandırılma korkusu nedeniyle kızgınlığı ve öfkesini açıkça
gösteremez. Aslında çocuk hangi davranışının karşısında ne tür bir tepkiyle
karşılaşacağını da bilmez. Ailede, kuvvetliden zayıfa doğru fiziksel ceza
geçerli olduğu için aile üyeleri arasında sevgi bağları oldukça zayıflamış,
yerini kızgınlık ve korku almıştır. Böylece çocukta “saldırganlık” öğrenilmiş
bir davranış olarak kalıcı hale gelmiştir. Bu durumda çocuk esnek düşünemez ve
kendine güveni de ortadan kalkar. Kişiliği zayıflayan çocuk; sessiz, uslu,
dürüst ve dikkatlidir. Artık çocuk; küskün, silik, çekingen, kolayca etki
altında kalan, aşırı hassas ya da devamlı isyan eden bir birey haline
gelmiştir...
Aşırı koruyucu, müdahaleci çocuk merkezli anne-baba tutumunun temel özelliği
ise, çocuk, aile yaşamının merkezindedir ve her şey ona göre düzenlenir. Onun
isteklerine diğer aile bireyleri şartsız uyarlar. Çocuk abartılmış bir sevgi
deryasında büyür. İstekleri karşılanırken gereğinden fazla özen gösterilerek
çocuk adına kararlar alınır. Tabii çocuk da, çevresinden daima korunup kollanma
beklediği için bağımsız hareket edemez. Bu durumda çocuk, aile içi egemenliğinin
verdiği güçle doyumsuz, saygısız ve her şeyi başkalarından bekleyen bir kişilik
sergilemektedir. Böylece, aile dışındaki çevrede de egemen olma yollarını
arayan, sürekli korunma ve kollanma bekleyen, zayıf kişilikli bir çocuk
görünümündedir. Gelecekte ise, toplumun kendine vermediği hakları elde etmenin
yollarını bulmaya çalışan bir birey haline gelmiştir. Toplum ne çekiyorsa bu
gibilerin korunup kollanarak “etkin makamlara” getirilmesinden çekmiyor
mu?
Eşitlikçi ve demokratik anne-baba tutumunda çocuk; bağımsız, kendine ait
özellikleri olan ve “değer verilen birey” olarak kabul edilmektedir.
Aileler, çocuklarının kendine özgü özellikler taşıdığını ve bu farklı
durumlarına saygı gösterilmesi gerektiğini bilirler. Karşılık beklemeden onu en
içten duygularla severler. Çocuk da aile içinde sevildiğinin farkındadır ve bu
nedenle özgürce hareket etmekte, onların desteğinin arkasında olduğunu daima
hissetmektedir. Aile ise; çocuğun gelişim basamaklarını izleyerek kendini
gerçekleştirmesine yardımcı olmaktadır. Doğal olarak bu ailelerde; aile
bireylerinin kendi aralarında biri birine değer veren, saygı ve sevgi gösteren
bir tutum sergiledikleri gözlenebilir. Bu ortamda yetişen çocuklar erken yaşta
sorumluluk almakta, büyüklerinden korkmamakta, onlar tarafından sevildiklerini
hissetmekte ve düşüncelerini serbestçe ifade edebilmektedirler. Bu tutum
içindeki ailelerin disiplin anlayışında; istenmeyen davranışın olumlu
davranışa dönüşmesi için çocuğun en çok arzu ettiği bir yaşamdan belirli bir
süre mahrum bırakılması şeklindedir. Yalnız, sevgi hiçbir zaman disiplin aracı
olarak kullanılamaz ve çocuk sevgiden mahrum bırakılamaz...
Bu ana eğilimlerin dışında bazı ailelerde de; anne-baba arasındaki görüş
ayrılığı sonucu dengesiz ve kararsız bir tutumun, gereğinden fazla
kontrol ve yalnız bırakarak veya görmezden gelerek ilgisiz ve kayıtsız
bir ortamın egemen olduğu aileler de vardır. Hatta bazı ailelerde çocuğuna hiç
güvenmez ve inanmaz sürekli eleştiren bir tutumun sergilendiği ortamlar da
mevcuttur. İşte bu olumsuz tutumlar sonucu çocukta; huzursuzluk, aşırı
bağımlılık, duygusal kırıklık ya da çevresi ve arkadaşlarının eşyalarına ve
kendilerine zarar veren durumlar ortaya çıkmaktadır. Aileler istemez mi,
yakınlık ısısının sarmalı içinde güven, dayanışma ve sevgi ortamı içinde hoş bir
aile ortamı oluşturmak...
Bugüne kadar anne ve baba tutumlarına ilişkin birçok yazı okumuşsunuzdur. Biz de
yazılarımızda bu konuya değinmişizdir ve bunda sonra da yeri geldikçe değinmeye
çalışacağız. İşin püf noktası buradadır da onun için sıkça söz edilmektedir.
Aslında burada, bir örnek üzerinden genelleme yapabilmeniz için çocuğun olumsuz
bir davranışını olumluya çevirebilir misiniz, sorusuna cevap bulabilme amacı ile
tartışma yaratıyoruz. Şimdi bakış açımızı genişleterek konuya bir parça
değinmeye çalışalım:
Pek çoğumuz yaşamın; zorlu bir mücadele olduğuna inanır, aslında bu zorlu
aşamaları geçerek bu günlere geldiğimizi düşünürüz. Birçok uygulamayı da iyi ve
doğru olduğuna inandığımız için yapmaktayız.
Şimdi, aile-çocuk arasındaki çatışmaların kaynağı olan binlerce sorundan birini
ele alarak konuyu açıklamaya çalışalım. Örneğin çocuk; “okula gitmek
istemiyorum...” dedi ve gitmemek için de binlerce neden sıraladı. Gidiyorsa da,
sanki çivili bir fıçıya giriyormuş gibi bir duygu içinde.
Yukarda bahsettiğimiz tutumlardan her hangi birini sergileyen aileyi düşünelim.
Baba: “Okula mutlaka gideceksin. Akşam gelince defter ve kitaplarını kontrol
edeceğim.” dedi. Ve ya “Okuluna gidersen, istediğin o ayakkabı var ya; sana o
ayakkabıyı en kısa zamanda alacağım...” gibi benzeri tutumlar sergilerse; bu, ne
o sorunu halleder, ne de çocuğa gelişim ve eğitim açısından bir yararı olur.
Çocuğun sorumluluk alması, düşünce kabiliyetini geliştirmesi, kendini güvenli ve
rahat hissetmesi, problemlerini paylaşması, kendini daha iyi ifade etmesi ve
mutlu olması bu çözüm yoluyla mümkün değildir. Otoriter bir tutum sergiliyorsak
çocuk bağımlı, isyankar ve düşük özgüvene sahip bir davranış içinde olur.
Ödüllendirmeli bir tutum sergiliyorsak da çocuk, ödüle bağımlı, bir şeyler elde
etmek için sorun yaratma düşüncesini geliştirebilir. Yukarda zaten aile
tutumlarının sonucunda çocukların ne tür bir yapıya sahip olduklarını çok az da
olsa anlatmaya çalışmıştık... . Pekiyi, nasıl bir yol izlemeliyiz...
Öncelikle, kendi kendinize şu soruları sorabilirsiniz. Siz çocuğunuz
yaşındayken, aileniz size ne kadar zaman ayırdı? Sizi dinleme becerileri
nasıldı? Sizinle, empati (duygudaşlık) kuruyorlar mıydı? Sizi, anlaması ve
dinlemesini istemiş miydiniz? Sorunlarınızı çözmeniz konusunda kendinize ait bir
düşünceniz var mıydı? Sorun çözümünü kim ortaya atıyordu? Sizin, farklı çözüm
önerileriniz var mıydı? Sorunun çözümüne siz katılıyor muydunuz? gibi...
Şimdi konuyu çocuklar açısından düşünürsek; özlem ve sevgi dolu anılarını mı
anımsayacaklar? Onlar çocukluluklarını, sorumluluktan uzak ve rahatlama
dönemleri olarak mı düşünecekler? Sizin yukarıdaki sorulara verdiğiniz olumsuz
yanıtları olumlu olarak vermek suretiyle mutlu oldukları günleri hatta haftaları
hatırlayabilecekler mi? Sorularını irdelerseniz uygulamalarınızı daha kolay
belirleyebilirsiniz.
Öyleyse, çocuğun bir konu ya da soruna ilişkin konuşmalarını sabırla dinlemekle
işe başlayabilirsiniz. Siz ona açıklamalar için zaman tanıdıkça ve sabırla
dinledikçe kendini ifade edebilme özgürlüğü kazanır. Bu da, var olan veya
doğabilecek sorunun çözümü için güvenli bir ortam oluşturur. Ancak, hiç yoktan
zihninizde kendi kendinize oluşturduğunuz bir konu hakkında açıklamada bulunması
için sıkıştırmak ise “sivilceyi yara yapmak” anlamına gelir. Bu sizin doğal
tutumunuz olmalı, planlı ve yapmak zorunda olduğunuz bir davranış görüntüsü
vermemelidir. Çocuğun böyle bir sorunu var mı, varsa bu sorununu ne zaman
gündeme getireceğini bilemezsiniz. Siz onun var olduğunu düşündüğünüz sorununu
gündeme getirmesi için zemin oluşturabilirsiniz. Zaten kendini hazır hissettiği
anda konuşmaya başlayacaktır.
Böylece, probleme ilişkin duygularını ifade etme özgürlüğüne kavuşan çocuk,
kendi duygularının da farkına varmış olur. Çocuk duygularını açıklarken; onun
anlatımına yardımcı olmanız gerektiğinde, cümleye kattığınız kelimelere çocuğun
katılıp katılmadığına iyi dikkat etmelisiniz. Aksi halde, sizin problemden
anladığınız ile çocuğun duygularında var olan sorun arasında farklılıklar
oluşacak, yapılan çaba boşa gidecektir. Sizin burada yapmaya çalıştığınız şey
çocuğun deneyim ve hislerini tanımaktır. Çocukta var olan korkularını anlayıp
üstesinden gelmesi için yardımcı olabilirsiniz. O da başarmanın hazzına varır.
Bu anlayış içinde; “okula gitmeyeceğim” diye direnen çocuğun “problem tanımını”
aldığımız zaman "Neden?" "Niçin? "Ne zaman?" "Nerede?" "Kim veya kimler?" gibi
soruların yanıtları yerli yerine oturmuş olur. Çocuk ve sizde aynı yaklaşım
oluşmuş ve sorunun ana kaynağında birliktelik gerçekleşmiş olur. Şimdi okula
gitmek istememenin nedeni, kimden kaynaklandığı, bu durumun çocukta yarattığı
duygu ve kaçış ortaya çıkmış ve çocuk tarafından farkına varılmıştır. Ayrıca,
yalnız olmadığı ve kendini anlayan ve yanında olan bir ailesinin olduğu bilinci
gelişmiş, güven duygusunu kazanmış, rahatça ağlayabileceği ve duygularını ifade
edip paylaşabileceği bir ortam yakalamıştır... Tabii olarak aile, sabırlı olmayı
hiçbir zaman elden bırakmayacak. Kınama, yadırgama, ümitsizliğe düşme gibi
tutumlardan kaçınacak. Çocuk rahatlıkla “ben kendimi ...(mutlu)...
hissediyorum” (duygu ifade eden olumlu sözcükler) diyebilecek...
Burada; olayın ne olduğu değil, olayı çocuğun nasıl gördüğü ve algıladığı
önemlidir... Çocuk daima sevilmek ve ailesinin onayını almak ister. Sizin
geneldeki yaklaşımınız ve sevginiz, onda, olumlu ya da olumsuz olan bu
inancı(olumlu veya olumsuz düşünce) geliştirmiştir. Okula gitmek istemeyen
çocukta olumsuz inanç olarak “okul sıkıcı ve sevimsizdir...” inancı oluşmuşsa,
“hiç kimse tarafından sevilmiyorum...”, “bu işi yapamam...” ve “hiçbir şeyi
önemsemiyorum...” duygusu gelişir... İşte bizim görevimiz bu olumsuz inancın
yerine olumlu inancı geliştirmesi için çocuğa yardımcı olmaktır. Zaten insan,
yaşamı ve zekası, anlayışı ve kavrayışı ile bulunduğu çevrenin tutsağıdır. Bu
tutsaklıktan ancak gördüğü eğitim ve kazandığı kültür ölçüsünde kurtulup
özgürlüğüne kavuşabilir. Dikkat edilirse burada inanışlar çok önemlidir.
Olumsuz yanlış inanışı olumluya çevirmeyi başardığımız zaman sorunu çözmüşüzdür
demektir. Bunu için de çocuğunuzu “asla”, “herkes” ve “hiç kimse” gibi kesin
yargılardan sıyrılarak “bazen”, “bazı” gibi ihtimal içeren yargılara yönelmesini
sağlamalısınız. Bu durumda “beni hiç kimse sevmiyor” inanışının yerine, sizin
destek ve yardımınızla “bazı insanlar beni seviyor” inancı yerleşmiş olacaktır.
Bu çalışmayı sorular sorarak da sağlayabilirsiniz. Okulda seni sevenler de var
mı? gibi. Mükemmellik her zaman olumlu sonuç doğurmaz. Normal düşünebilen çocuk,
“okulda bazı arkadaşlar beni sevmese de ben yaşamıma devam edeceğim”, “bu
durumun üstesinden gelebilirim”, şeklinde kendine bir çıkış yolu bulacaktır.
“Ben sorumluyum”, “yapabilirim”, “yaşayabilirim”, “bu durumdan kimse sorumlu
değildir, ben bunu başarabilirim” şeklinde yargılara varmak insana rahatlık ve
mutluluk sağlar. Sizler de sorunlarla baş başa kaldığınızda bu şekilde
düşünmüyor musunuz?
Buraya kadar ne yaptığımızı gözden geçirelim. İlk olarak problem tanımlandı.
Sonra, bu problemle ilgili duygular bulundu. Bu duyguların oluşumunu sağlayan
algılar ve inançlar tespit edildi. Sonra bu olumsuz inançların yerine olumlu
inançlar geçirildi. Böylece çocukta belirli bir değişim gerçekleşti. Burada
yaptığınız uygulama hemen sorunu çözmeyebilir... O zaman, bu uygulama zaman
alabilir şeklinde yargıya vararak çalışmanıza devam edebilirsiniz ya da
bırakarak sorunun devamını sağlayabilirsiniz.
Tabii olarak çocukla iletişiminizde güç çatışmasından ve nasihat etmekten
kaçınmanız gerekir. Güç kullanır veya sürekli nasihat ederseniz onun direnç
göstermesini ve çatışmaya girmesini teşvik etmiş olursunuz. Çocuğa; "ben sana
istediğini hiç vermiyor muyum?" sorusu yerine; "daha önce istediğini hiç elde
ettin mi?" sorusu yeğlenmelidir. Burada kelimeler benzer, fakat anlam oldukça
farklıdır. Böylece problemin çocuğa ait olduğu kendisine anlatılmış olmaktadır.
Okulda sevmediği bir ortam varsa, o ortamda siz değil çocuk yaşayacaktır.
Sorularınız; çocuğun kendini fark etmesi, anlaması, üstün ve sınırlı yönleriyle
kendini kabul etmesi ve geliştirmesi gerekir. Ayrıca, kendine güvenen, kişiler
arasında ilişkilerde becerikli, kişisel ve sosyal yönden dengeli ve uyumlu,
sorununu çözebilmesi için gerekli olan kaynakları geliştirmesine yönelik
olmalıdır. Onu, sorularınızla sıkmadan, eleştiri ve yargılardan kaçınarak sabır
ve dikkatle dinlemelisiniz. Çocuğun sorunlarını anladığınızı belirtmek için onun
kullandığı kelimelerle özetleyebilirsiniz. Bu da onda ilgilenildiği ve
önemsendiği duygusunu geliştirecektir.
Zaten rehberliğin esası da budur. Çocuk için anne ve baba da bir rehberdir. Çin
bilgelerinden Lao Tsu; rehber için, “iyi bir lider, takip eder.” der. Zaten siz
çocuğunuzla yan yana oluyor ve onun sorununu çözmesi için yardımcı oluyorsunuz.
Sorununu kendisi çözmüştür ve sonraki sorunlarını çözebileceğine inanmaktadır.
Yaratılmak istenen düşünce de budur.
Şimdi yapmanız gereken; "Bugüne kadar çocuğuma nasıl davrandım?" "Sorunlarını
çözmede ne kadar katkıda bulundum?" "Onun eğitimi için neler yaptım?" gibi
sorularla kendinizi değerlendirmeniz gerekmektedir. Vereceğiniz yanıtlara göre
tutumunuzda bir takım değişiklikler yapabilirsiniz. Örneğin “okul ödevi zordur”
olumsuz inanışını “Ben yapabilirim”, “Hiç hata yapmamalıyım” olumsuz inanışını
“Hatalarımdan da bir şeyler öğrenebilirim” gibi bir takım sorunları olumlu
inanışa dönüştürmek için çocuğunuzla ilgilenmeye başlayabilirsiniz.
Sağlıklı, mutlu ve başarılı evlatlar yetiştirmeniz dileğiyle.
İsmail KARAYILAN