BUGÜNÜ VE SONRASI İLE COVID-19 (I) |
“Bi gur re dikujin,
bi şivan re dixwin,
bi xwedî re digirîn.”[1]
Oscar Wilde’ın, “Hayat sanatı taklit eder” sözünü doğrularcasına, felaket
filmlerinin gündelik hayata dönüştüğü günlerdeyiz. Bu kesiti Albert Camus’nün,
‘Veba’sındaki, “Görünür gerçeğe rağmen, bir insanın ölümünün bir sineğin
ölümünden farksız olduğu bir çılgınlık dünyasında yaşadığımız,”[2] satırlarıyla,
Jean Paul Sartre’ın nitelemesiyle “mauvaise foi/ kötü niyet” çağı olarak
betimlemek[3] mümkün (mü?)!
Bunlara eklenecek şeylerin dahası William Shakespeare’in, “Unutma ki bu
aşağılık dünyadasın./ Çoğu zaman kötülüğü baş tacı edip,/ iyiliği çılgınlık
sayan dünyada”; Johann Wolfgang von Goethe’nin, “Ne acayip bir dünyada yaşıyoruz
İnsanlar, cehaletin kalın perdesi arkasından, gerçeği göremiyorlar. Katillerine
kucak açıp onları alkışlıyorlar,” uyarılarında saklı…
Latince “Kraliyet Tacı” anlamına gelen corona tokadı insan(lık)ın suratına
inmişken, meseleye netice değil, neden üzerinden kafa yorulması gerekiyor:
gerçekte asıl virüs sürdürülemez kapitalizmdir.
Evet Covid-19 salgınının küresel bir tehdit olduğu bir “sır” değil.
Coronavirüsten ölenlerin sayısı giderek artarken, sürdürülemez kapitalizm
koşullarında ekonomik nedenler ile intihar edenlerin sayısı yılda 190 bin,
sigaranın yol açtığı hastalıklardan ölenlerin sayısı 800 bin, kanserden
ölenlerin sayısı 1 milyon 460 bin dolaylarında seyrediyor; bölgesel savaşlarda
ölenlerin sayısını zikretmeye bile gerek yok…
Yoksulluğun yol açtığı hastalıklardan ölenlerin sayısı 2010’da 52.8 milyonken; 1
milyondan fazla insan da açlıktan ölmüştü. Ayrıca ‘Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO)
verilerine göre, her yıl 7 milyon insan hava kirliliği nedeniyle ölürken, tedavi
(bağlamlı kurtuluş) için radikal bir değişim, yani devrim; yani bu yıkıcı
sistemin çökertilmesi gereklidir, şarttır.
Coronavirüs, doğanın dengesinin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha
gösterip, salgınının etkileri küresel çapta bir sağlık krizinin çok ötesine
geçerken; küresel ekonomik ve jeopolitik manzarayı da köklü biçimde değiştirecek
güzergâhın önünü açtı.
Örneğin Almanya Başbakanı Angela Merkel’in, “Coronavirüs salgını, 2008 banka ve
finans krizinden daha kötü,”[4] saptamasının ötesindeki vahamete denk düşen
tabloda Emmanuel Macron’un, şimdi bir “savaş”, bir “dünya savaşı” çıktı[5] veya
“Sanki III. Dünya Savaşını yaşıyoruz,”[6] türünden yorumlarına konu olan
hâl(imiz) aynı zamanda artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının da bir
işareti…
Kolay mı? Neo-liberal ekonomi-politiğin dilinden düşürmediği “görünmez el”,
“piyasanın mutlak, sorgulanmaz dinamikleri” söylencelerinin yerle yeksan olduğu
sürdürülemez kapitalizm karaya otururken; Lampedusa’nın ‘Leopar’ındaki ifadeyle,
“Her şey değişirken her şey olduğu gibi kalmış”[7] vaziyette; hem de tüm
soru(n)larıyla ve daha da ağırlaşmışken Slavoj Zizek’i anımsamakta yarar var:
“İmkânsız olan gerçekleşti ve bildiğimiz dünyamız kendi etrafında dönmeye son
verdi. Ama coronavirüs salgını bittiğinde nasıl bir dünya düzeni ortaya çıkacak
-zenginler için sosyalizm, felaket kapitalizmi ya da yepyeni bir şey mi?”[8]
Tarihin bugünde yanıtı aradığı soru(n) buyken; yine bugünde gelecek(sizliğ)imiz
biçimlenmektedir!
I. AYRIM: COVID-19 BAHSİ
Tarihçi Yuval Noah Harari, “Coronavirüs, son 100 yıldaki en kötü salgın
hastalık” vurgusuyla ekliyor: “Bunun gibi global bir epidemiyi yaklaşık 100
yıldır görmedik. Şu an dünyadaki insanlar yakın zamanda bu kadar korkutucu ve
alarm verici olan bir şeye tanık olmadı…”[9]
Corona, Çin’in Hubey eyaleti Vuhan kentinin güneyindeki bir hayvan pazarının
çalışanlarında 31 Aralık 2019 itibarıyla; ateş, öksürük ve dispne (solunum
zorluğu) belirtileriyle ortaya çıktı. Başvuranların çoğunda nedeni bilinmeyen ve
sayıları giderek artan pnömoni (zatürre) tablosu fark edilince hekimler alarma
geçti.
Aynı şehirde benzer şikâyetlerle, ciddi seyreden vakaların hızla artması,
ölümlerin görülmesi çalışmaları yoğunlaştırdı. Bu toplu hastalığa neden olan
virüs tespit edildi, daha önce insanlarda görülmemiş yeni tipte bir Coronavirüs
olduğu açıklandı. Bu yeni virüs bilim insanları tarafından 2019-nCoV olarak
adlandırıldı. Neden olduğu hastalığa ise Covid-19 ismi verildi. Singapur, İran,
Tayland, Japonya, Hong Kong, Güney Kore, İtalya ve bir çok Avrupa ülkesi dahil
bir çok yerde vakalar görülmeye, artmaya başladı, ölümler sökün etti.
2019-nCoV dahil coronavirüs ailesi, basit soğuk algınlığından (bir dönem salgın
yapan SARS; MERS gibi) ağır solunum yetmezliği yapan ciddi hastalıklara kadar
geniş bir tabloya sebep olan RNA virüs ailesindeyken; Covid-19’a neden olan
coronavirüsün genetik kodu sadece 30 bin karakter uzunluğunda...
Aylar önce açıklanan ‘Küresel Sağlık Güvenliği 2019 Raporu’nda şu dikkat çekici
uyarılar yer alıyordu: “Dünya genelinde ülkelerin ulusal sağlık güvenlikleri
hayli zayıf. Hiçbir ülke salgın hastalıklar konusunda tam hazır değil ve her
ülkenin ele alması gereken önemli açıkları var”…[10]
Üzerinde düşünülmesi gereken bir saptama değil mi?
Devamla; Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, bu virüsün, insanların insan, hayvanların
hayvan, bitkilerin de bitki gibi yaşamasına müsaade etmeyen kapitalizmin
“armağanı” olduğunu söylerken;[11] vahşi hayat kaynaklı coronavirüsün kent
merkezlerine, oradan da küresel ağlar üzerinden tüm dünyaya nasıl yayıldığı
incelendiğinde, aslında bunun aynı zamanda ekolojik bir kriz olduğu çok net
biçimde görülür.
Tıpkı, daha önceki Ebola, SARS, MERS örneklerinde olduğu gibi, coronavirüs de
vahşi doğa kaynaklıdır. Vahşi doğanın kalbine doğru açılan yollar ve vahşi
hayvanların kitlesel ölçekte öldürülerek satılması, corona krizinin temelinde
yatmaktadır. Öyleyse, ortada beklenmedik bir şok değil, kapitalist şirketlerin
doğayla kurduğu sömürücü ilişkinin ortaya çıkarttığı kaçınılmaz bir fatura var.
Örneğin, dünyanın coronavirüsü ile tartıştığı günlerde, Filipinler Sağlık
Bakanlığı, bir bıldırcın çiftliğinde ortaya çıkan H5N6 kodlu yeni bir kuş gribi
türünü tescil ettirdi. Kapitalist tarım, insanlık için bu tür salgın
hastalıkları dönemsel olarak sürekli üretecek gibi görünüyor.[12]
Gerçekten de Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Utku
Perktaş’ın, insanlığın biyo-çeşitliliği yok eden etkinlikleri nedeniyle Covid-19
benzeri hastalıklar ve yeni virüslerin ortaya çıktığına dikkat çekip,
salgınların doğanın insanlığa verdiği tepki olduğunu belirterek eklediği üzere:
“Tropikal ormanları istila ettik, ağaçları kestik, hayvanları öldürdük.
Virüsleri doğal alanlarından çıkardık, temas kurduk ve yeni yaşam alanları
hâline geldik”![13]
Özetle corona salgınının ortaya koyduğu üzere: “Gerçek anlamda uluslararası bir
halk sağlığı altyapısı bulunmadığından, kapitalist küreselleşmenin biyolojik
olarak sürdürülemez olduğu şimdi ortaya çıkıyor. Fakat böyle bir altyapı, halk
hareketleri büyük ilaç şirketlerinin ve kâr amaçlı sağlık kuruluşlarının
iktidarını yok edene kadar asla var olmayacaktır.”[14]
Burada belirtmeden geçmeyelim: Bulaşıcı hastalıkların sınıf veya diğer sosyal
sınırları-engelleri tanımadığı gibi “efsane”lere prim vermemek gerek…
“Nasıl” mı?
Kimileri dünyayı vuran Covid-19 salgınının “demokratik bir salgın” olduğunu
iddia ediyor!
“Demokratik çünkü her toplumsal sınıf bu salgının etkilerine açık, her gruptan
her yaştan insanı etkileyebiliyor”muş!
Bu kocaman bir yalan; hiç de demokratik bir virüs değil. Kaldı ki virüsün
demokratiği, anti demokratiği olmaz. “Demokratik” ya da “antidemokratik” olarak
nitelenebilecek olan, sistemlerin virüs ya da başka soru(n)larla başa çıkış
tarzı, yani önleyici ve sağaltıcı mekanizmalara erişimin herkese açık olup
olmadığıdır. Bağışıklık sisteminiz güçlü olması sağ kalmanızla neredeyse doğru
orantılı. Bağışıklık sisteminizin gücü ise nasıl bir hayat sürdüğünüz ile
bağlantılı. Dahası bu hastalıkta hastane bakımının hayat kurtarıcı olması
hastalıkla baş etmede toplumsal sınıfın önemine işaret ediyor. Hatta belki de
çok sayıda siyasetçinin, zenginin ve ünlünün bu virüsü kapmış olduğunun
anlaşılması, ulaşılması zor olan testlere onların daha rahat ulaşıyor olmaları
ile ilgili…
Yani tıpkı savaş, deprem vb. gibi bütün diğer felaketlerde olduğu üzere bu
salgın da herkesi aynı şekilde vurmuyor…
O hâlde corona salgınının ilk elden ve birinci dereceden mağdurları yine
emekçiler, ezilenlerdir…
I.1) DURUM(UMUZ)
Yaşanan corona şokunun -son tahlilde- emekçileri, ezilenleri etkilediğinin
altını ısrarla çizerek devam edersek; malum üzere toplumlarda en hızlı
değişimler “şok” dönemlerinde yaşanır. Covid-19 salgını da bir gün geçecek, ama
arkasında ekonomik, siyasi ve kültürel açılardan değişmiş bir dünya bırakacak.
Ortaya çıkmaya başlayan belirtiler iyimser olmaya izin vermiyor.
On yıllardır ekonomik krizi yöneten model çökmüştü, ufukta bir yenisinin
olduğunu gösteren belirtiler yoktu. Neo-liberalizm, on yıllardır sağlık
hizmetlerini özelleştiriyor, “kâr makinesine” teslim ediyordu. Sosyal yardımlar,
bu “makineyi” destekleyen vergi indirimlerinin, teşviklerin yarattığı bütçe
açığını kapamak için kısılıyor, sağlık destek kurumları birbiri ardına tasfiye
ediliyordu. Kültür endüstrisi (ve sosyal medya), bireyleri hızla bencil, haz
saplantılı tüketicilere dönüştürerek, farklı ve birbirine düşman kimliklerle
donatarak vatandaşlık duygusunu zayıflatıyordu. Farklılıklarımızı yüceltenler,
hepimizin o “makine” karşısında aynı şey (tüketilecek girdi) olduğumuzu çoktan
unutmuşlardı.
Bu çöküşe toplumsal tepki, önce demokratik özgürlükçü refleksleri canlandırdı,
ama yönetici seçkinlere güvensizliği ve öfkeyi had safhaya çıkaran göçmenler
krizinin ardından, hızla “Yeni Faşizmi” beslemeye başladı.
Covid-19 salgını, hâlen çökmekte olan ekonomik modelin ve liberal demokrasinin
tüm zaaflarını daha da derinleştirerek sergilemeye başladı. On yıllardır,
toplumsal dayanışma kurumlarını, refah devletinin sağlık sistemini, vatandaşlık
ruhunu, serbestlik (ki bu toplumsal özgürlüklerden farklıdır) adına zayıflatan
kapitalist iktidar ilişkileri şimdi, Covid-19 salgını karşısında en önemli
silahlardan toplumsal dayanışma ve yöneticilere güven duygularından yoksun
olduklarını gördüler.
Covid-19 salgını, kültür endüstrisinin azımsanamaz katkılarıyla dünya çapında
toplumsal bir “şok”u tetikledi.
Şimdi işsizlik, iflaslar hızla artacak, günlük yaşamın temposu aksayacak, korku,
güvensizlik, “öteki” karşısında nefret, günah keçisi arama eğilimi daha da
yaygınlaşacak. Demagog, patolojik yalancı, psikopat liderlerin, acil açıklama,
çözüm bekleyen şaşkın kitleler üzerindeki etkileri artacak.[15]
Ortaya çıktığı dönemin özelliklerini göz önüne aldığımızda Covid-19 salgınını
“uygarlığın kendisiyle imtihanı” olarak düşünebiliriz. Covid-19, uygarlığın
“özel” bir döneminde ortaya çıktı. Bu “özel” dönemi kısaca betimlersek; ilk
sırada, 1990’ların ortasından bu yana gelişmesi hızlanan internetin, bilişim
ağlarına bağlı sistemler üzerinden toplumun, sosyoekonomik dokusunun ayrılmaz
parçası hâline gelmesi var. Bunu tedarik zincirlerine, sosyal medya
kullanımındaki patlamaya, büyük veri ve algoritmaların hızla gelişen,
yaygınlaşan bir yeni sermaye “birikim tarzı” yaratmaya başlamasına, kitle
izleme, denetleme, disiplin, siber savaş araçlarına dönüşmesine bakarak
görebiliriz.
Hızlı teknolojik gelişmelerin üretkenlikte beklenen artışı getirmemesi
(üretkenlik paradoksu), kronik düşük büyüme ve borç yüküne karşı dünya
borsalarındaki hızlı yükseliş de bu dönemin bir özelliğidir. Bu teknolojik ve
ekonomik zemin üzerinde jeopolitik krizlerin, bunların ürettiği göçmen ve
sığınmacı dalgalarının yoğunlaştığını görüyoruz.
Düşük büyümenin, borç yükünün özellikle, muhafazakâr ideolojilerin “kuluçka
makinesi”, orta ve küçük işletmeleri, yok olma korkusunun yaygınlaştığı
geleneksel sanayi dallarında çalışanları vurması, göçmen gelişinin kültürel
ekonomik basıncıyla birleşiyor, “Yeni Faşizmin” tırmanışını hızlandırıyor.
Bu resme, ormanların tarıma, madenciliğe, imara giderek daha çok açılmasını,
küresel ısınmanın iklim krizine dönüşmesini de (yangınlar ve su baskınları,
kasırgalar ve birçok ekosistemin altüst olması) eklemek gerekir. Bu resmi, hızlı
kentleşmeyle, göçlerle birleştirdiğimizde karşımıza, dönemin bir özelliği daha
çıkıyor: SARS, MERS, kolera, H1N2, Ebola, Zika, domuz gribi ve covid-19 gibi
ülke sınırlarını aşan, bölgesel ve hatta küresel çapta yayılabilen bulaşıcı
hastalıklar.
Covid-19’un ekonomik etkilerine ilişkin korkular, dünya borsalarında paniğe
dönüştü; yüzde 15’e varan düşüşler yaşandı, toplam 6 trilyon dolar silindi…
Parasal önlemlerin, düşük verimlilik ve kârlılık ortamında, belirsizlik sürdükçe
yatırımları teşvik etmesi, orta ve küçük ölçekli işletmelerin Covid-19’dan
kaynaklanan sıkıntılarını hafifletmesi de olanaklı değil.
Kültürler, cinsel tercihler arasındaki çelişkileri, düşmanlıkları körükleyen
sosyal medya ortamında, Covid-19’un getirdiği belirsizlik, ırkçı, yabancı
düşmanı duygulara uygun komplo teorilerini yaygınlaştırıyor. Yönetici
seçkinlere, ana akım medyadaki haberlere güven geriledikçe faşizmin tırmanışı
hızlanıyor. Devletlerin, salgını kontrol altına alma çabaları da, Çin örneğinde
olduğu gibi ister istemez, izleme, disiplin ve cezalandırma teknolojilerini
geliştirerek totaliter eğilimleri güçlendiriyor.
Bu sırada, göçmenleri koz olarak kullanıp insan yaşamıyla kumar oynayanlar,
faşist propagandanın Covid-19 ile yabancılar arasında ilişki kurmasını
kolaylaştırarak adeta ateşe benzin döküyor. Fransa’da bir yerel gazete “Sarı
tehlike mi? (Le péril jaune?)” başlığı atabiliyor, İtalya’da Çinlilere,
Yunanistan’da sığınmacılara yönelik saldırılar yaşanıyor. ‘Der Spiegel’ ve ‘The
Economist’, Çin’i sorumlu tutan kapaklarla çıkabiliyorlar. Londra’da, Asyalı bir
genç, “Ülkemizde virüs istemiyoruz” diye bağıran bir grup tarafından sokak
ortasında darp ediliyor. Avrupa’da faşist şiddetin tırmanma hızı artıyor.
Böyle bir iklimde, zaten yüzde 2.9 ile resesyon sınırında seyreden küresel
büyüme hızı, OECD’nin öngördüğü gibi, yarı yarıya azalarak yüzde 1.5’e gerilerse
dünya bir ekonomik ve finansal girdabın içine düşer, insanlık çok büyük
toplumsal çalkantılarla yüz yüze kalabilir[16] ve kalacaktır da!
Söz konusu çerçevede artan sayıda gözlemci, coronavirüs (Covid-19) salgınının,
2008’den bu yana hızlanarak tersine dönmeye başlayan küreselleşme sürecinin
“tabutuna son çiviyi” çaktığına inanıyor.
Coronavirüs salgını dünya ekonomisinin ve siyasi ilişkilerinin tüm
kırılganlıklarını sergiledi, hatta derinleştirdi… Covid-19 vurunca, küresel
tedarik zincirleri koptu, hava taşımacılığı adeta durdu. Ülkeler sınırlarını
kapatmaya, vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini kısıtlamaya, askeri ve polisi
sokağa indirmeye; hükümetler parlamentoları “bypass” ederek karar almaya
başladılar. Dünya ekonomisinin kan damarları olan finansal piyasalarda on
yıllardır görülmeyen şiddette dalgalanmalar başladı. Petrol piyasalarında
başlayan fiyat savaşları finans piyasalarında belirsizlikleri daha da arttırdı.
Devletler virüsle mücadele önlemlerini devreye sokmaya başlayınca, yalnızca
sınırlar değil, iş yerleri de kapanmaya başladı. Fabrikaların yanı sıra lokanta,
kafe, “fast food” restoranlar, cep telefon dükkânları zincirleri on binlerce
çalışanı işten çıkartmaya başladılar. İşsizlik, ailesine bakamama, evinin
kirasını, konut kredisi taksitini, kredi kartı taksitini ödeyememe riskiyle yüz
yüze bir nüfus aniden ve büyük bir hızla artmaya başladı.
Kısacası, bir taraftan tedarik zincirleri fabrikaları durduruyor ve ekonomide
bir arz sorunu yaratıyor, diğer taraftan salgına karşı alınmaya başlanan
önlemler özellikle küçük işletmeleri iflasa sürüklüyor, işsizlik artarken
ekonomide ciddi bir talep sorunu oluşmaya başlıyor. Bu arz ve talep yetersizliği
sorunları birleşirken, kredi piyasaları sıkışıyor ve bir borç krizi olasılığı
güçleniyor.
Morgan Stanley ve Standard&Poor’s ekonomistlerine göre dünya ekonomisinde bir
süredir beklenen resesyon Covid-19’un etkisiyle başlamış. Morgan Stanley ve
Standard&Poor’s analistlerinin yorumlarına ek olarak hızla artmaya başlayan
işsizliğin, bir borç krizi olasılığının, en azından gelişmiş ülkelerde bir
depresyon tehlikesini gündeme getirdiği söylenebilir.
Merkez Bankaları ve hükümetler Covid-19’un tetiklediği, ağırlaştırdığı sorunlara
karşı faizleri indirmeye, trilyon dolarlık kurtarma paketlerini gündeme
getirmeye başladı. Ancak para politikalarının yeterli olmayacağı hemen
anlaşıldı. Bu kez “oyunun kuralları” da değişmeye başladı. Neo-liberalizmin
merkezlerinden İngiltere’de Muhafazakâr Parti hükümeti büyük borçlanma, harcama,
yatırım, talep yönetimi politikaları içeren Keynesyen bir ekonomi programı
açıkladı ve salgının ilerlemesine paralel olarak programı genişletmeye başladı.
Covid-19 yalnızca neo-liberal politikaları arka plana atmakla kalmadı.
Sınırların kapanma eğilimi milliyetçiliği, ırkçılığı, küreselleşmenin adeta bir
prototipi olarak Avrupa Birliği’nin (AB) geleceği üzerinde soru işareti
oluşturdu.
Kısaca bu manzara, küreselleşmenin temel bileşenlerindeki kırılmanın
hızlandığını, küreselleşmeyi destekleyen neo-liberal ekonomi politikalarının
değişmeye başladığını, küreselleşme karşıtı eğilimlerin, duyguların daha da
güçlendiğini gösteriyorken;[17] dünyanın dört bir yanına hızla yayılan bu
salgının tetiklediği kriz elbette emperyalizmin nasıl bir gericilik rejimi
olduğunu gösterdi. Kapitalizmin en gelişmiş olduğu coğrafyalarda burjuva
toplumunun kendi kölelerini beslemekten bile aciz olduğu açığa çıktı. Başta
emperyalist metropoller olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki burjuva
diktatörlüklerinin açmazlarını, bu açmazlar nedeniyle ilan ettikleri olağanüstü
hâl rejimlerini en görmek istemeyen gözlere bile gösterdi. Devrimci bir durumun
dünya çapında yayıldığı gizlenemez hâle geldi…
Özetle coronavirüs salgını dünyayı adeta istila ederken, insanların yaşam
alışkanlıkları, biçimleri, tarzları da zorunlu değişikliklere maruz kaldı ve
Larry Elliott’un, “Çöküş derin, iyileşme uzun”[18] biçiminde özetlediği tabloda
küresel devrimci durum tüm yakıcılığıyla kendini gösteriyor.
Emperyalist-kapitalist sistemin böylesi zamanlarda bağışıklık sistemi yıkılmaya
elverişli bir hâl alırken; totaliter tehdidin önünü de açtı.
I.2) KORKU GÜZERGÂHI
ABD Ordusu Generali Mark A. Milley’in, “Bu kriz kimi ülkeleri iflas noktasına
getirebilir. Bu belli ülkelerde politik kaosa neden olabilir,”[19] uyarısını
dillendirdiği hâl ve gidişatta -altını çizerek tekrarlarsak- küresel resesyon
olasılığı artıyor; küreselleşme süreci gerilemeye devam ediyor. Önümüzdeki dönem
küreselleşme karşıtı tepkilerin sertleşme, küreselleşmedeki gerilemenin hızlanma
olasılığı güçleniyor.
Bu da milliyetçi, ırkçı eğilimlerin ve devlet kapitalizmine ilginin artacağına,
ikincisi de “emperyalizme” işaret ediyor; denilebilir ki coronavirüs
kapitalizmin ekran görüntüsünü çekip, hakikâtini gözler önüne serdi, bu da
kapitalizmin bir çeşit Guernica’sıdır.
Hayır; bu vahşi kapitalizm değil; sadece sürdürülemez kapitalizmdir!
Sakın ola “Vahşet” sözcüğünü kullanmayın. “Paran yoksa öl” diyen kapitalizmdir.
İş böyle olunca “Vahşi Kapitalizm” tamlaması anlamsızdır. Çünkü her türlü
melanet kapitalizme mündemiçtir.
Kapitalizm, doğası gereği zaten vahşidir. O yüzden de “Vahşi Kapitalizm”
tamlaması “ıslak su” ya da “sıcak ateş” veya “zalim faşizm” gibi gereksiz sözcük
israfıdır… Kapitalist talan güdüsünün tek sınırlayıcısı, emekçilerin, işçi
sınıfının onun karşısındaki örgütlü gücüdür. Günümüz kapitalizminin “şansı”, bu
gücün onyıllardır zaafa uğra(tıl)mış, etkisizleş(tiril)miş olmasında yatıyor.
Bir başka deyişle: “vahşi” kapitalizm = kapitalizm eksi işçi sınıfı/emek
muhalefeti.
Mesela bugün ABD’de en az 90 milyon insanın sağlık sigortası bulunmadığı ya da
“gereken yeterli güvenceye” sahip olmadığı biliniyor![20] O hâlde?
Sık sık hatırlatmakta yarar var: Kapitalizm yıkım ve korkudur!
Tiranların, tiranlığın en büyük silahı korkudur. O, yoğunlaştırılıp,
yaygınlaştırıldıkça özgürlükler askıya alınır. Korkan insan teslim olur,
“kader”ine rıza gösterir, boyun eğer. Coronanın yarattığı bulaşıcı ölüm korkusu
yurttaşların devletlerden gelen her önleme koşulsuzca itaat etmelerini
kolaylaştırırken; yerkürede yeni bir korku sarmalının her şeyi sarıp sarmaladığı
aşikârdır.
Küresel ya da yerel bir soru(n) ile karşılaşıldığında tiranların, korkuyu
kışkırtıp daha da zorbalaştığı, baskıyı artırdığı “sır” değil; çünkü kapitalizm
korkudan beslenir. Naomi Klein, ‘Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi’
başlıklı yapıtında Milton Friedman’ın George W. Bush Hükümeti’ne verdiği tüyler
ürpertici öneriyi şöyle aktarır: “Bir topluma, felaket sonrası her tür
politikayı rahatlıkla kabul ettirebilirsiniz çünkü değişim, ancak krizle
birlikte gerçekleşir.”[21]
Yaşamı(mızı), ilişkileri(mizi) ve geleceği(mizi) tehdit eden bir olgunun yol
açtığı “öznel” kaygıların engelleyici ve bulaşıcı olduğu, yabancılaşmayı
büyüttüğü, “F Tipi” izolasyonu toplumsallaştırdığı, iktidarın mitingleri
yasaklamak zorunda olmadığı bir “cennet” yarattığı ve insan(lar)ın virüsten
ölmezse dahi yalnızlıktan öleceği bir ortam yarattığı görülmelidir.
Salgınla yaşanan ölümler gerçeği, emperyalist kapitalist sistemin ürünüyken ve
de kapitalist egemenliğin, felaketi fırsata dönüştüren güç olduğu bir an dahi
göz ardı edilip, unutulmamalıyken; felaketlerle devreye giren sosyal paniğin
yarattığı korku da virüsten çok daha hızlı yayılmakta ve böylelikle de totaliter
egemenliğini pekiştiren tiranlar dünyayı hapishaneye çevirmektedir.
Böylece kapitalizmin ilaç firmaları tam istim çalışıyor; tüketim pompalanıyor;
stoklar eriyor; sınırlar kapatılıyor; toplantı, gösteri etkinlikleri
yasaklanıyor...
Elbette ki corona tehdidine dikkat edilmelidir, bu şarttır. Ancak “Kapitalizmin
panik, yasaklara ve soyguna hayır!” vurgusuyla toplumsal varlık(lar) olduğumuzu
ve kapitalist önlemlerin soygun sistemine dahil olduğunu asla unutmadan…
Kapitalizmin korku(nun) iktidarı olduğu ve korkuyla yönettiği gerçeğinin
ekonomi-politikası corona günlerinde ısrarla hatırlatılmalıdır. Mesela 19-21
Mart 2020 kesitinde yapılan bir araştırmaya göre, işini kaybetmekten endişe
duyanların oranının corona virüsünden endişelenenlerin oranından fazla[22]
olmasının gösterdiği gibi…
Meselenin diğer boyutuna gelince; o da ırkçılık, ayrımcılık, milliyetçilik,
ötekileştirmedir…
“Milliyetçilik” mi?
“Coronavirüs salgını Brezilya’da giderek yayılırken, aşırı sağcı Devlet Başkanı
Jair Bolsonaro halkın ‘asla bir hastalığa yakalanmayacağını’, vücutlarında
virüsün yayılmasını engelleyecek antikorların hâlihazırda bulunduğunu
söyledi”![23] (Salgının boyutlarının açığa çıkmasından günler önce “Türk
geni”nin Coronavirüs’e karşı dayanıklı olduğu, Türklerin Covid’e yakalanmayacağı
söylencesine dört elle sarılanları aklınıza getirin!…)
“Irkçılık, ayrımcılık, ötekileştirme” mi?
ABD Başkanı Donald Trump, ısrarla ve uyarılara rağmen, coronavirüsü “Çin virüsü”
diye niteliyor!
Trump’ın konuşmasında “Çin virüsü” kavramını kullanması, ‘The Financial Times’
gibi ana akım yayınlarda aktarılmaya başlandı. “Resmi görüş bu virüsün, Wuhan
eyaletindeki hayvan eti satılan çarşıda, yarasa eti ile yılan eti arasında bir
yerlerden insana sıçradığı biçimindeydi. Bu açıklamanın Batı’da, jeopolitik,
ırkçı yargıları yansıtılıyordu: Virüs salgının sorumlusu Çinlilerdir. Çinliler
bu ‘iğrenç’ şeyleri yemeseler bunlar olmaz.”[24]
Bunlar, emperyalist Batı’nın ırkçı kafasının tipik bir göstergesiyken; Çin’de
coronavirüs etkili olmaya başladığında ABD Ticaret Bakanı Wilburr Ross bundan
memnuniyet duyduğunu şu sözlerle ilan etmişti: “Bu salgın Amerikan ekonomisine
yarayacak. İstihdam Kuzey Amerika’ya geri dönecek”![25]
II. AYRIM: FELAKET = KAPİTALİZM
Sınıflı-sömürücü tarihte insan(lık) birçok felakete maruz bırakıldı.
Örneğin Edgar Allan Poe, ‘Kızıl Ölümün Maskesi’ adlı ölümsüz hikâyesinde, kendi
çağının korkunç hastalıklarından biri olan vebayı şöyle betimliyordu: “Kızıl
Ölüm ülkeyi uzun süredir kasıp kavurmaktaydı. Böylesine ölümcül ve iğrenç bir
salgın görülmemişti. Bu hastalığın emaresi ve damgası kandı: kanın kızıllığı ve
dehşeti.”[26]
Evet tarih boyunca insanlık, Poe’nun betimlemesine benzeyen yüz binlerce, hatta
milyonlarca kişiyi öldüren gerçekten yıkıcı salgınlara tanık olurken; antik
çağlardan bugüne dünyayı etkisi altına alan birçok salgından bilinen en
büyükleri şöyleydi: Atina Vebası (MÖ 430-427); Antonine Vebası (MS 165-180);
Justinianus Vebası (MS 541-750); Cüzzam (XI. Yüzyıl); Büyük Veba-Kara Ölüm
(1347-1351); Çiçek Hastalığı ve Cocoliztli Salgını (1545-1548); Londra Büyük
Veba Salgını (1665-1666); Kolera Salgını (1817-1823); İspanyol Gribi veya ‘H1N1’
(1918-1919); Hong Kong Gribi veya ‘H3N2’ (1968-1970); HIV/AIDS (1981-günümüz);
SARS (2002-2003); Domuz Gribi veya ‘H1N1’ (2009-2010); Ebola (2014-2016)…[27]
Salgınlar tarihinin en çok insan kaybına neden olan hastalıkları veba, kolera ve
İspanyol nezlesidir. Jüstinyen vebası, 541-750 yıllarında üç yüz yıl bütün
dünyada dalgalanmalarla devam etmiştir. Roma İmparatoru I. Jüstinyen (527-565)
zamanında çıktığı için bu isimle anılır. Veba, insanlığın en büyük darbeyi
1347-1350 kesitinde “Kara Ölüm” adıyla anılan küresel salgınla vurmuştu.
İspanyol nezlesi de 1918-1919 küresel salgınında milyonlarca insanı yutmuştu.
Bu nitelikleriyle tarih boyunca yaşanan Veba, Sarıhumma, Çiçek, Sığır Vebası
gibi salgın, hanedanlıkların çöküşlerinden, sömürgeciliğin artışına, iklim
değişiminden, kilisenin gücünün kırılmasına, sanayi devrimine yol açmasından,
isyanlara büyük ve kalıcı etkileri olurken; corona’nın da bu tür bir etkisi
olacaktır elbette, şu tarihi örneklerdeki gibi: Ekim 1347’de Sicilya’daki
Messina Limanı’na bir gemi yanaştı. O gemiden inen az sayıdaki hayatta kalmış
denizci, Veba’ya yakalanmıştı. Kan öksürüyor ve acı içinde çığlıklar
atıyorlardı. “Ölüm Gemisi” hemen mühürlendi ve geri gönderildi, ama artık çok
geçti.
Sonraki yıllarda, Çin ya da İpek Yolu kaynaklı bir hastalık, Avrupa nüfusunun
yüzde 70’ini öldürmeye devam etti. O zamanların en iyi arşivcilerinden olan
Ralph Higden “İnsanlığın neredeyse onda biri hayatta kaldı,” diyordu.
Felaketin yol açtığı can kayıpları, eşi benzeri görülmemiş bir emek gücü
kıtlığına da yol açtı. Bu durum özgür serflerin daha yüksek ücretler ödemeleri
için lordlara yaptığı muazzam bir baskı sürecini getirdi.
İngiliz monarşisi, büyük bir panik hâlinde serflerin yüksek ücret talep etmesini
yasaklayan çılgınca yasalar çıkardı. Ücret artışlarının dondurulmasını içeren
“Emekçiler Yasası”, köylülerin pahalı kıyafetler giymelerini yasaklayan
“Giderler Yasası” ve en sonunda vebadan sağ kalanlar üzerine uygulanan “Kelle
vergisi” artık iyice felce uğramış toplumun patlamasına ve 1381 Büyük Köylü
İsyanı’na yol açtı.
Veba iyice çürümüş olan feodalizme balyoz darbesi indirmiş oldu. Felç olmuş
sistem veba felaketiyle başa çıkamıyordu. Kara Veba belki de ilk kez küçük
burjuvaziyi tarih sahnesine çıkardı.
Benzer şekilde, coronavirüsü henüz bu tarihsel paralellikler kadar ölümcül bir
yerde olmasa da kapitalizmin çürümüşlüğünü ve aşılması imkânını gözler önüne
seriyor.
Özetle felaketlerin çift yönlü dersleri oluyor: Tiran tiranlığının derdine
düşerken; ezilenler ise empatinin ve dayanışmanın gücüyle tanışıyorlar. Bunun
böyle olmasında sınıflı-sömürücü hakikât belirleyici bir rol oynuyor.
II.1) KAPİTALİST HAKİKÂT
Naomi Klein’in, “Benim felaket kapitalizmi tanımım çok açık. Felaket
kapitalizmi, özel endüstrilerin büyük ölçekli krizlerden doğrudan kâr sağlamak
için izledikleri yayılma yoludur. Felaket ve savaş vurgunculuğu yeni kavramlar
değil ancak; bunlar 11 Eylül olaylarından sonra Bush yönetimi altında iyice kök
saldı. Yönetim bu dönemde, bir tür bitmek bilmeyen güvenlik krizi ilan etti ve
eş zamanlı olarak güvenliği özelleştirdi ve taşeronlaştırdı. Buna yerli, özel
güvenlik devletiyle beraber Irak ve Afganistan’ın (özelleştirilmiş) istilası ve
işgali de dahildi,”[28] notunu düştüğü hâlde insan(lık) olarak bir yol
ayrımındayız: İnsan yaşamından, halk sağlığından daha önemli ne olabilir ki?
Piyasa ekonomisinin, giderek piyasa toplumuna dönüştüğü; kapitalizmin kâr
hırsının, hiçbir kural, hiçbir insani, vicdani, ahlâki değer tanımadığı;
özelleştirmenin bazılarının öne sürdüğü gibi her derde deva değil, aksine
üstesinden gelinemez sorunların kaynağı olduğu, küreselleşmenin sınırları
kaldırıp, dünyayı küçük bir köy yapıp, soru(n)ları çözmediğinin ayan beyan
ortada olduğu koordinatlarda, artık seç(il)mek zorunda: Kâr mı? Servet mi? Lüks
ve şatafat mı? Yoksa insan(lık) mı?
Corona ile bir kez daha kapitalizmin kârları özelleştirip, zararları ezilenlere
ciro ederek, kamulaştırdığı görüldü!
Şimdi söz konusu bu akıl tutulmasıyla hesaplaşmak gerek; yoksa!
İşte “uygar kapitalist metropoller”den örnekler…
Fransa’da 600 doktor Başbakan Edouard Philippe ve eski Sağlık Bakanı Agnes Buzyn
hakkında suç duyurusunda bulunup, “Tehlikeyi bildikleri hâlde önlem
almadıklarını” açıkladılar![29]
Fransa’da yeni tip coronavirüsten ölenlerin sayısının hükümetin günlük olarak
açıkladığı resmi verilerden çok daha yüksek olduğu belirtilirken; ‘Fransa
Hastaneler Federasyonu’ Başkanı Frederic Valletoux, “Sadece hastanelerin
sağladığı verileri biliyoruz. Resmi verilerdeki yükseliş şimdiden çok fazla ama
huzur evlerinde yaşananları, evlerinde ölenleri de ekleseydik kesin rakamlar
şüphesiz daha yüksek olurdu,” dedi![30]
Kolay mı? Fransa’da 20 yıldır, kamu hastanelerinin kaynakları düzenli olarak
tırpanlandı: Acil servisi çalışanlarının sendikasından sözcü Christophe
Prudhomme’a göre, 20 yılda yatak kapasitesinde yaklaşık 100 binlik düşüş
oldu.[31]
Şubat 2020’de hastanelerin bölüm başkanları, kaçınılmaz “sağlık krizi” konusunda
uyarılarda bulunarak kitlesel bir biçimde görevlerinden istifa ettiler.[32]
Martine Bulard’ın ‘Le Monde Diplomatique’in Ocak 2020 sayısında da belirttiği
gibi, Fransız hükümetlerinin (siyasi tandansı ne olursa olsun) on yıllardır kamu
hizmetlerine yönelik, ideolojik nedenlere dayanan bu inançsızlığı, savaşılacak
“ortak” düşmanın ta kendisi. Onlara göre, özel klinikler ve sigortalar,
toplumumuzda büyük bir rol oynamalı; kâr mantığı, kamu yararının önüne
koyulmalı.
Coronavirüsle karşı karşıya kalan Fransa ayrıca sanayi politikasındaki
eksikliklerin de bedelini ödüyor: İlaçlar Çin’de veya Hindistan’da üretiliyor;
hiçbir fabrika, gerekli olan maskeyi hızlıca üretme kapasitesine sahip değil.
Quotidien gazetesinin 16 Mart 2020’deki baskısında görüşlerine yer verilen
Pompidou Hastanesi Acil Servisi Başkanı Philippe Juvin şöyle demişti: “Fransa,
sağlık açısından azgelişmiş bir ülke. Vatandaşlarına maske temin etme
kapasitesinden yoksun bir ülkeye başka ne denebilir ki?”[33]
Ya ABD mi?
Öğrendik ki en güçlü devlet olarak bilinen ABD’de, meğer sağlık sistemi Zambiya
seviyesindeymiş. Virüsü tespit etmek için kullanılan setlerin fiyatı 3 bin 500
dolarmış ve devlet hiçbir biçimde bunu karşılamazmış. Depoları nükleer
silahlarla doluymuş ama bunlar virüs karşısında bir hiçmiş![34]
“Nasıl” mı?
Başkan Donald Trump’ın coronavirüs salgınını küçümsemesinin nedenlerinden biri
de elbette çokça eleştirilen ABD sağlık sisteminin yetersizliği. Hiçbir ülke,
sorunu ABD kadar kötü ele almadı. Her şeyden önce Trump, inkâr etti. Uyarılara
rağmen yeterince test yapılmadı. Çünkü Trump sağlık sisteminin zayıflığının
ortaya çıkmasını istemiyordu. ‘Business Insider’ın istatistiklerine göre, 8 Mart
2020 itibarıyla ABD’de, 1 milyon kişi başına 5 test yapıldı.[35]
Coronavirüs pandemisinin yeni merkezi olacağı öngörülen ABD’de New York
eyaletinin valisi Andrew M. Cuomo, hastalığı ciddiye almayan ve ihtiyaçları
karşılamayan Trump ile yönetimine isyan edip, “Federal Acil Yönetim Ajansı, 400
suni solunum cihazı gönderiyor. 30 bine ihtiyacım varken 400 tane ile ne
yapabilirim? Bu durumda ölecek 26 bin kişiyi siz belirleyin, çünkü sadece 400
suni solunum cihazı gönderiyorsunuz,”[36] feryadını dillendirdi.
Ayrıca coronavirüs için tedavi gören bir kadına yaklaşık 35 bin dolar fatura
çıkartırken; test ve tedavi sürecinde sağlık sigortası olmadığına ve o dönem
Trump’ın testlerin ücretsiz olmasını öngören yasayı onaylamadığına işaret eden
Danni Askini, “Daha sonra önüme 34 bin 927 dolarlık bir fatura geldi. Tam
anlamıyla şok olmuştum. Çevremde kimsenin bu kadar parası yoktu,”[37] derken;
ABD’de salgın önlemlerine hastane önüne yerleştirilen mobil morglar da eklendi.
BBC’nin habere göre, uzun, beyaz, dikdörtgen kamyonlar, Manhattan’daki Bellevue
ve Queens’teki Elmhurst Hastanesi’nin önüne park etti…[38]
Ve Almanya… Başbakan Angela Merkel, milyonlarca insanın kaderine yönelik sarsıcı
bir kayıtsızlıkla, hükümetinin halkın yüzde 60-70’inin Covid-19 virüsüne
yakalanmasını beklediğini ilan ettiği basın toplantısında şunları dedi: “Virüs
var ama halkın virüse bağışıklığı yok, bir aşı ya da tedavi yok; öyleyse durum
değişmediği takdirde halkın büyük bir kısmı -uzmanlar yüzde 60-70 diyor-
hastalığa yakalanacak”![39]
Sonra hasta ve yaşlı emeklilerin bir bölümünün ölümünü öngören bu
sosyal-darwinist stratejiyi uygulamaya koyan İngiltere…
Evet İngiltere’de hükümeti Covid-19’a karşı “sürü bağışıklığı” politikasıyla
nüfusun büyük bir çoğunluğunun enfeksiyona bağışıklık geliştirmesi amaçlıyor.
Ancak resmi tahminlere göre ülkede halkın yüzde 80’ine virüsün bulaşması
bekleniyor. Bu durumda 7.9 milyon kişinin hastanelik olması ve 320 bin ila 530
bin hayatını kaybetmesi bekleniyor.
İngiltere Sağlık ve Sosyal Bakım Bakanlığına bağlı ‘İngiliz Kamu Sağlığı
Kurumu’nun (PHE) hazırladığı belgesini ele geçire ‘The Guardian’ın haberine
göre, coronavirüs salgınının 2021 yılı bahar aylarına kadar sürmesi bekleniyor.
Virüs sağlık çalışanlarını da etkileyeceğinden sağlık hizmetlerinde sıkıntılar
yaşanacak. PHE’nin öngörüsüne göre sağlık sektöründe çalışanlarının 1 milyonu ve
sosyal hizmetlerde görev alan 1.5 milyon kişi de virüsten etkilenecek ve bu
kişiler yaklaşık 1 ay boyunca çalışamayacak.
Ulusal Sağlık Hizmeti’nde (NHS) görevli coronavirüs konusunda çalışan bir
yetkilinin öngörüsüne göre virüsün halkın yüzde 80’ine bulaşması durumunda 500
bin kişiden fazla kişi hayatını kaybedebilir. WHO’ya göre Covid-19’a
yakalananlarda ölüm oranı yüzde 3,4. Bu oran İngiltere’de yüzde 1’de kalması ve
nüfusun yüzde 80’ine virüsün bulaşması durumunda 531 bin 100 kişi hayatını
kaybedecek.
Ölüm oranı Boris Johnson hükümetin en üst düzey tıbbi danışmanı Profesör Dr.
Chris Whitty’in iddia ettiği gibi yüzde 0.6’da kalsa bile 318 bin 660 kişinin
hayatını kaybetmesi bekleniyor.[40]
İngiliz Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) uzun zamandır personel, hizmet ve kaynak
sıkıntısı içinde olduğu biliniyor. Coronavirüs salgınıyla sistem üzerindeki
baskının daha da ağırlaşmasından ve sistemin çökmesinden endişe ediliyor.
Hükümetin geciktirme stratejisi de bu endişeye çözüm olarak sunuluyor. Bu
stratejisinin doğal bir sonucu olarak gösterilen ve “sürü bağışıklığı” tabir
edilen metodun ise temel olarak bu amaca hizmet etmesi bekleniyor.
İngiltere Sağlık Bakanlığı ise kapitalist ekonomide hükümetin müdahalesine gerek
olmadığını savunan “Laissez-faire, Laissez-passer” yani “Bırakınız yapsınlar,
Bırakınız geçsinler” anlayışının bu salgında kaç cana mal olacağının bilinmediği
eleştirilerine karşı cevabı ise şöyle: “Bu yöntem bilimsel olarak en güçlü
kanıtlara dayanarak hazırlandı”![41]
Ya da bir Parma’da virüslü hastalara müdahale eden doktor Gai Peleg’in, 60 yaş
üzerindeki coronavirüs hastalarına artık yardım etmediklerini açıkladığı
İtalya…[42]
Veya dezenfektasyon çalışmaları için huzurevlerine giden askerlerin tesisleri
tamamen terk edilmiş hâlde ve yaşlı kişilerin cesetlerini yataklarında bulduğu
İspanya![43]
İspanya’da sağlık sistemi resmen çöktü. Virüsün bulaştığı kişiler, hastane
koridorlarında yatırıldı.
Yoğun bakım ünitesi doktoru Gabriel Heras La Calle, durumu göz yaşları içinde
anlatırken, “Solunum cihazları 65 yaş üstündekilerden alınıp gençlere veriliyor,
insanların ölmesine izin vereceğimizi bilerek işe gidiyoruz.”[44] “Hastanelerde
solunum cihazı sayısı yeterli değil. Biz de yaşlı hastalardan solunum
cihazlarını söküp, genç hastalara takmak zorunda kaldık. Yaşlı hastalar acı
çekerek ölmesinler diye sakinleştirici iğne yaptık,”[45] dedi!
II.2) ALTERNATİF HAKİKÂT ÖRNEĞİ
İtalya’daki ‘Partito Communista/ Komünist Parti’ Genel Sekreteri Marco Rizzo,
“İtalya’nın bugünlerde tecrübe ettiği çarpıcı sağlık durumu, Berlin Duvarı ve
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından beri son otuz yılda ülkenin tüm refah ve
kamu sağlık sisteminin nasıl yok edildiğini açıkça göstermektedir,” vurgusuyla;
zor zamanlarda İtalyan halkı için AB’nin “kelime anlamıyla yok olduğunu”
söyleyerek, İtalya’ya dayanışmanın “Küba, Venezüella, Vietnam ve Çin gibi
meseleye farklı yaklaşan ülkelerden” geldiğini ekledi.
Rizzo’ya göre, “Sağlık krizinin yanı sıra büyük bir ekonomik kriz de yakın bir
zamanda gelecek. Öğrenmemiz gereken ders, özel kâra değil kolektiviteye dayanan
bir ekonominin var olmasına öncelik vermemizdir. Kapitalizm size fuzuli şeyler
verirken sosyalizm ihtiyaç duyulan şeyleri verir. Bir savaştayız ve bunun
üstesinden yalnızca sosyalist olan başka bir toplum modeliyle gelebiliriz.”[46]
Evet (kimilerinin “romantik örnek” dediği!) Küba’da böyle bu…
1963’ten beri insani yardımın bir parçası Küba. ABD yaptırımları altında
bunalmış 11 milyonluk sosyalist Küba, yönetimini değiştirmek için çaba
gösterenler dahil olmak üzere dünyanın birçok bölgesine doktorlarını yolluyor.
Çoğunlukla Latin Amerika ve Afrika ülkelerine…
Küba tarafından üretilip, virüs tedavisinde etkili olan Interferon Alfa 2B
ilacını bulan doktor Luis Herrera, “Dünya, sağlığın ticari bir mal değil; temel
bir hak olduğunu anlamalı,”[47] derken; Küba Covid-19 pandemisi ile mücadele
etmek üzere 144 doktorunu Jamaika’ya (ayrıca İtalya’ya da) yolladı.[48]
Küba’nın doktor gönderdiği ülkelerden biri de dünyanın en büyük ekonomilerinden,
210 milyon nüfuslu Brezilya’ydı. Brezilya’da, en fakir ve ulaşılabilirliği en
zor olan bölgelerde 10 bin Kübalı doktor görev yapıyordu. Brezilya İşçi Partisi,
hükümetteyken yoksul bölgelere sağlık hizmeti için Küba’yla anlaşma imzalamıştı
çünkü.
Ancak ülkenin şimdiki sağcı başkanı ve Küba’yı tüm dünya kamuoyu nezdinde
şeytanlaştırmak için elinden geleni yapan ABD’nin bu konuda en büyük destekçisi
Jair Bolsonaro, 2018’deki başkanlık kampanyası boyunca “beşinci kol” ilan ettiği
ve “beyaz önlüklü teröristler” olarak nitelendirdiği Kübalı doktorları, seçimi
kazanır kazanmaz ülkeden sınır dışı etmişti. Bolsonaro, Kübalı doktorların
gerçek tıp uzmanları değil, yoksul Brezilyalıları komünist gerillalar hâline
getirecek ideolojik beyin yıkayıcılar olduğunu ileri sürerek “PT (Brezilya İşçi
Partisi) gerilla hücreleri yaratmak için yoksul bölgelere kostümlü terörist
gönderdi. Ben geldiğimde gittiler. Gitmeselerdi ben onların peşine düşüp
kovacaktım” demişti.
Ama şimdi Bolsonaro ülkeden kovduğu Kübalı doktorların coronavirüsle mücadelede
kendilerine yardımcı olmaları için geri gelmelerini istedi.[49]
Bunların yanında “Ucuz Çin” şaşırtıyor, 1.4 milyar insan için savaşıyor,
başarıyor. Organize güç, örgütlü refleks, hızlı müdahale, yüksek teknoloji,
büyük ölçekli çözümler. İtalya AB’den medet umarken Çin yardıma geliyor. ABD bu
durumda bile ambargoda ısrar edip İran’ın sağlık sektörünü vurmaya devam ederken
Çinliler İspanya, Güney Kore, Japonya, İran, Irak ve Suriye’ye de el
atıyor...”[50]
Kapitalizmin eşitsizlik cehennemini aşmak için başka bir yol, başka bir dünya
mümkün elbette!
II.3) KAPİTALİZMİN EŞİTSİZLİK CEHENNEMİ
Corona salgını, kapitalizmin eşitsizlik cehennemi gerçeği “es” geçilerek
irdelenemez; mesele nihai kertede “insan”lık değil, “sınıf” sorunudur.
“Nasıl” mı?
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), sabun ile ellerin
yıkanmasının coronavirüs salgınıyla mücadelede son derece önemli olduğunu ancak
dünya genelinde 3 milyar insanın evinde ellerini su ve sabunla yıkayacağı
lavabosunun bulunmadığını bildirdi.
UNICEF’e göre, dünya genelinde her 5 kişiden sadece 3’ü evlerinde ellerini
yıkayabilecekleri imkânlara sahipken; dünya nüfusunun yüzde 40’ının, yani 3
milyar insanın evinde ellerini su ve sabunla yıkayacağı lavabosu yok; en az
gelişmiş ülkelerdeki insanların yaklaşık dörtte üçü bu temel ihtiyacı
karşılayacak olanaklardan yoksun koşullarda yaşıyor. Ayrıca dünya genelinde
okulların üçte birinde çocukların ellerini yıkayabileceği lavaboların olmadığı
ve sağlık merkezlerinin yüzde 16’sında ise işlevsel tuvalet ve lavaboların
bulunmadığına da dikkat çekiliyor.[51]
‘BM Dünya Gıda Programı’nın verilerine göre, dünya genelinde 860 milyon çocuk ve
genç salgın yüzünden okula gidemiyor. Çoğu yoksul gelir grubundan ailelerden
okulda yemek yiyen 300 milyondan fazla çocuğun gıda güvenliği ve beslenme
açısından risk içinde olduğuna dikkat çekiliyorken; Birleşmiş Milletler Gıda ve
Tarım Örgütü’ (FAO) de Latin Amerika’da okul beslenme programından yararlanan
yaklaşık 85 milyon çocuğun, coronavirüs salgını yüzünden okulların kapatılması
nedeniyle risk altında olduğunu duyurdu![52]
Bu kadar değil; bazı istatistikleri aktararak devam edelim: Dünyada her gün 6300
işçi iş cinayetleri sonucu yaşamını kaybediyor. Coğrafyamızda ise, bu sayı günde
5 işçiye denk düşüyor.
Bugün dünyada 2000 yılı verilerine göre, sadece bir dakikalık askeri harcamaya
1.9 milyon dolar ayrılıyor. Yani herhangi bir yerde 2 saatlik zamanda 230 milyon
dolar silahlanmaya gidiyor. Sadece yere döşeli mayınlardan haftada 800 kişi
ölüyor. 2 saatlik zaman diliminde dünyanın değişik yerlerinde 10 insan patlayan
mayınla hayatını kaybediyor.
Dünyada her gün yaklaşık 25 bin kişi açlıktan ölüyor. Yani her beş saniyede bir
çocuk açlıktan ölüyor.
Evet FAO’nun 2018’deki raporuna göre dünyada 820 milyondan fazla insan açlık
çekiyor.
UNESCO’nun 2019 ‘Dünya Su Raporu’na göre dünya üzerinde 2 milyardan fazla
insanın temiz su kaynaklarına düzenli erişimi yok.
WHO’nun 2018’de hazırladığı rapora göre ise, dünya genelinde 2 buçuk milyar
insan tuvaletsiz bir yaşam sürüyor.
‘Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün (WRI) 2017’de hazırladığı bir rapora göre de
dünya genelinde sürdürülebilir/düzenli bir barınma (ev-konut) koşullarına sahip
olmayan insan sayısı 1 milyar 200 milyondan fazla.
Bu tablonun diğer tarafında ise, dünyanın en zengin 26 kişisinin servetinin
dünyanın en yoksul yüzde 50’sinden (3.8 milyar kişi) fazla olması (yardım
kuruluşu Oxfam’ın 2019 verileri) gerçeği yer alıyor![53]
Coronavirüsten korunmak için “Sağlıklı beslenin”, “Temizliğe dikkat edin”,
“Ellerinizi sık sık yıkayın”, “Başka insanlarla temas etmemek için mümkün
olduğunca evinizden çıkmayın,” gibi önerilerin -verili tablo ile birlikte
düşünüldüğünde!- ne hükmü olabilir ki?
Hem de kapitalizm daha fazla kâr için sömürü, talan, yıkım demekken!
Yine “Nasıl” mı?
Dünya dehşet verici sorunlarla boğuşa dursun 2019 “ultra-zenginler” safına 31
bin kişi daha katıldı. Yükselen borsalar ve emlak fiyatlarının hızlı artışı bu
sonuçta etkili oldu.
İngiliz danışmanlık kuruluşu ‘Knight-Frank’ın raporu ultra-zenginleri 30 milyon
dolardan fazla serveti bulunan bireyler olarak tanımlıyor. Bu kriteri karşılayan
zenginlerin oranı 2019’da yüzde 6 artarak 513 bin 244’e ulaştı. Daha mütevazi
bir servete sahip, varlıkları 1 milyon doları geçen dünya vatandaşı sayısı ise
tam 50 milyon kişi.
Hatırlanırsa 2019 yüzde 2.9 büyümeyle dünya ekonomisinin yavaşladığı bir yıl
oldu. Ancak düşük faiz ortamının da yardımıyla zenginler servetlerine servet
katmakta zorluk çekmedi. Servet yöneticileri yaptıkları ankete dayanarak,
2019’da müşterilerinin yüzde 63’ünün zenginleştiğini, sadece yüzde 11’inin
servetinin azaldığını ifade ediyorlar.
Ultra-zenginlerin 240 bin 575’i ABD’de yerleşik. Onu 61 bin 587 kişiyle Çin, 23
bin 78 kişiyle Almanya izliyor. ABD’de 18 milyon 520 bin tane de serveti 1
milyon doları aşan birey bulunuyor. Bu rakam Çin’de 7 milyon 351 bin iken,
Japonya bu kategoride 3 milyon 652 bin üyeyle üçüncü sırada yer alıyor.
Serveti 1 milyar dolar eşiğini aşanların sayısı ABD’de 631, Çin’de 316,
Almanya’da ise 129. İngiltere’de 71, Fransa’da 50, Japonya’da 39 dolar
milyarderi varken, bu sayı Hindistan’da 104’e, Rusya’da 103’e yükseliyor.
Rapora göre 2019’da Türkiye’de 1913 ultra-zengin bulunuyor. Bu rakamın 2024’te 2
bin 236’ya tırmanması bekleniyor. Daha 2014’te 2025 ultra-zengin varken,
ekonominin krize girmesi sonucu, özellikle de TL’nin değer yitirmesi nedeniyle
servetlerin dolar bazında gerilediği görülüyor. Buna karşın aynı dönemde serveti
1 milyon doları geçenlerin sayısı 164.938’e yükselmiş durumda. Türkiye’deki
dolar milyarderi sayısı ise 27 kişi olarak veriliyor.
Rapor ultra-zenginlerin mal varlıklarının yüzde 23’ünün hisse senedi
portföylerinde park edildiğinin, üçte birinin ise gayrimenkullerden
kaynaklandığının altını çiziyor.
2019’daki yatırım plasmanlarının yüzde 27’si emlak, yüzde 23’ü hisse senedi,
yüzde 17’si tahvile giderken, yüzde 11’i nakit tutulmuş. Koleksiyon varlıklarına
yüzde 5, altın ve değerli madenlere ise yüzde 3 tahsis yapılmış.
Raporda “Arzu Nesneleri” diye de bir bölüm var. Rafine zevkleri bulunan
ultra-zenginlerin klasik arabalar, şarap, sanat eserleri, viski ve elmas
koleksiyonları yapmaya yöneldikleri anlatılıyor. Ancak bu mutena zevklere sahip
olanların isimlerini zikretmekten kaçınılıyor.
Bakın burası önemli! Ülkemizde de Hermes tarzı çantaların tiryakileri bulunduğu
herkesin malumu. Hepsi Himalaya krokodil derisinden imal edilmiş, çerçeveleri
som altından The Kelly (241 bin dolar), The Constance (89 bin dolar) ve The
Birkin (386 bin dolar) tarzı çantalara büyük rağbet olduğu raporda vurgulanıyor.
Özetle, öyle bir dünya düzeni içerisinde yaşıyoruz ki, anlaşılan atılan para
yazı da gelse, tura da gelse kazananlar zenginler oluyor![54]
Bunlar böyleyken coronavirüsü, coronadan -elbette!- fazlası yani kapitalizmdir!
III. AYRIM: KRİZE, YIKIMA MÜNDEMİÇ GELECEK(SİZLİK)
Kapitalizmin krize, yıkıma mündemiç gelecek(sizlik) olduğunu bir an dahi
unutmadan; corona’nın elbette öncelikle bir sağlık tehdidi sorunu olduğunu “es”
geçmiyoruz. Ancak iktisadi ve sosyal uzantıları sorunun çok daha kapsamlı ve
sistemik olduğu gerçeğini de gizlemiyor.
Kimse inkâra kalkışmasın: Covid-19 krizi, küresel ekonomideki mevcut
dengesizliklerin üzerine oluştu;[55] hem de “Finansal krizin ayak sesleri”[56]
eşliğinde bir çöküşe doğru yol alınırken!
Karl Marx’ın dediği gibi kriz, sermaye birikim ve dolaşımının iç çelişkilerinin
haritalandırılmasıdır. Bu, genişleme ve büyüme sarmalı olarak bir kapitalist
ekonomi modelidir. Örneğin, jeopolitik rekabet, eşitsiz coğrafi gelişmeler,
finansal kurumlar, devlet politikaları, sosyal ilişkiler ağı, teknolojik
yapılandırmalar ve sürekli olarak değişen iş bölümüyle birlikte ayrıntılı bir
şekilde karmaşıklaşırken; fiziksel sınırlarına dayanıverir ki bu, çöküştür.
‘İş Yatırım Uluslararası Piyasalar Direktörü’ Şant Manukyan’ın, “Krizin bir iki
aydan uzun sürmesi durumunda maalesef 2008 tarzı bir kriz, hatta 1929 tarzı bir
kriz de bekleyebiliriz. Dolar, sistemin üzerinde kurulduğu para. Bu nedenle
kriz, dolar fiyatını yükseltecektir. Petrol fiyatları birkaç ABD üreticisinin
iflas haberi geldiğinde dip yapacaktır”;[57] Prof. Dr. Ayşe Buğra’nın, “Corona
küresel piyasa ekonomisinin sonunu getirebilir… XX. yüzyılın sonundan beri
içinde bulunduğumuz küresel piyasa ekonomisi artık sürdürülemez gibi görünüyor.
Ya bu durum değişecek, ya da tamamen insanlıktan çıkacağız denilebilir,”[58]
notunu düştüğü tabloda coronavirüs salgını hız kesilecek gibi görünmüyor.
2003’de yine Çin’de patlak veren SARS salgını ile karşılaştırıldığında
öldürücülük oranı çok daha düşük ancak bulaşma hızı çok daha yüksek görünen
salgının daha ne kadar devam edeceği nerelere kadar yayılacağı ve sonunda yol
açtığı can kaybının hangi boyutlarda olacağını şimdiden kestirmek olanaklı
değil…
Coronavirüs salgını dünya ekonomisinin büyük merkezlerinde ekonomik büyüme
yavaşlamaya başlar ve küresel borç yükü, özellikle gelişmekte olan ekonomilerde,
IMF’nin son yorumlarında vurguladığı gibi bir “IV. Büyük Borç Krizine” doğru
evrilmeye devam ederken patlak verdi.
Bu durumda, coronavirüs salgınının olası etkilerine ilişkin ilk tartışmaların
dünya ekonomisinde bir resesyon olasılığı üzerinde yoğunlaşması doğal…
Sonuç olarak diyebiliriz ki coronavirüs salgını hızla yayılıyor ve kısa sürede
denetim altına alınacak gibi görünmüyor. Bu durumda dünya ekonomisinde ve
jeopolitiğinde dengeleri etkileyerek kalıcı izler bırakma olasılığı da giderek
artıyor.[59]
Çünkü “Dünyayı etkisi altına alan corona salgınının ekonomide yarattığı
durgunluk, petrol fiyatlarında yaşanan son 30 yılın en büyük düşüşüyle
birleşince, küresel piyasalarda kırmızı alarm verildi. Uzmanlara göre, finansal
piyasalarda yaşanan çöküş, zincirleme olarak yayılacak ve etkileri bir süre daha
tüm dünyada derinden hissedilecek”ken;[60] verili çalkantılar, küresel borç
zincirini, bir kopuşa doğru gerginleştiriyor.
Bu nedenle “Sert biçimde değişen dengeler üzerine dünya piyasalarında kimse
önünü göremez oldu. Tüm ülkeler bundan etkilenecek”ken;[61] “Dünya ekonomisinde
faiz oranlarının sıfır alt sınır düzeyinde korunduğu bu dönemde, sermayenin net
getirisinin hâlâ pozitif düzeyine çekilememiş olması kapitalizmin merkezlerinde
yaşanmakta olan durgunluk sürecinin ne derece keskin olduğunun da açık bir
göstergesidir”[62] ki, bu da çöküşün ilk ipuçlarını vermektir.
Örneğin ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) raporuna göre, dünya genelinde
188 milyon olan işsizler ordusuna 2020’de 2.5 milyon kişi daha eklenecek. 165
milyon kişi istememesine rağmen yarı zamanlı işlerde çalışırken ve 120 milyon
kişi iş bulma ümidini yitirme ve diğer gerekçelerle işgücü piyasasından çıkmış
durumda. Toplamda 473 milyon kişi işsizlik ve istediğinden daha kısa süreli iş
sorunuyla karşı karşıyayken;[63] ‘Uluslararası Para Fonu’ (IMF) Başkanı
Kristalina Georgieva, artan işsizliğin yeni bir Büyük Buhran’a yol açacağı
öngörüsünde bulunduğu[64] veya OECD’nin “Salgın küresel ekonomik büyümeyi yarı
yarıya azaltabilir,”[65] diye tarif ettiği hâlin çağrıştırdığı da budur.
Evet kapitalizm, gelişmiş merkezlerinde dahi kriz içinde kriz üretiyorken; bir
çöküşten söz ediyoruz: coronavirüs çalkantısı bunun bir kanıtı!
Dünya sisteminde bir “çöküş” yaşandığına itiraz eden yok. Yeni bir dünya krizi
ve düzen(sizliğ)i ile karşıyayız. Yıkıcılıkta, 2008 sonrasını gölgede bırakacak
bir şiddet içeriyor son durum…
Ancak şunun da farkındayız: Her çöküş, -değerlendirilebilirse- yeni bir dünya
olanağı ve olasılığı demektir.
III.1) EKONOMİK YIKIM=AKP TÜRKİYE’Sİ
Coronavirüsü hızla yayılırken; daha önce hiç yaşamadığımız; sonuçlarını
öngörmekte güçlük çektiğimiz bir hâlle karşı karşıyayken; hayır, hiçbir şeyi
“abartmıyor”uz!
Çöküş yolunda kriz ağırlaşıyor; bizleri ağır bir ekonomik fatura bekliyor.
Mesela Türk-İş raporuna göre, Mart 2019’da 2 bin 14 TL olan dört kişilik bir
ailenin açlık sınırı 2020 Mart’ın da 2 bin 345 liraya, 6 bin 561 TL olan
yoksulluk sınırı ise 7 bin 639 liraya yükseldi.
Türk-iş raporuna göre gıda enflasyonu 2020 Mart’ında önceki Şubat ayına göre,
yüzde 3.89 arttı. Rapora göre dört kişilik bir ailenin açlık sınırının 2 bin 345
lira, yoksulluk sınırının ise 7.639 lira olduğunu açıkladı.
2020 Şubat’ta ise açlık sınırı 2 bin 257 lira, yoksulluk sınırı 7 bin 353
liraydı.
Rapora göre dört kişilik bir ailenin aylık gıda harcaması tutarı bir önceki aya
göre 88 TL, temel ihtiyaçlar için yapılması gereken toplam harcama ise 286 TL
daha fazla oldu.[66]
Şimdi hepimizi bunların daha da kötüsü bekliyor!
Kolay mı? İstihdam edilenlerin yüzde 54’ü iflasın eşiğinde olan küçük
işyerlerinde çalışıyor. 9.7 milyonun sosyal güvenlik kaydı bulunmuyor.[67] Bu
kesimler, hastalığı bir kenara bırakırsak, işsizliğin, açlığın eşiğinde…
Ayrıca bir korku, bir kaygı ve elbette bir belirsizlik kaynağı olarak salgın
hastalıklar burjuvazi için hep önemli bir fırsat olmuştur. Bu “imkânı” burjuvazi
ve onun adına yönetenler, işçi sınıfının güvenini kırıp iradesini teslim almak
için kullanacaklardır. Malum, işsizlik de -coronavirüsü gibi- bir salgın
hastalıktır… Hatta aşırı borçlanmak da… “Hastalık” basit bir tıbbi salgın
değildir; çalışanların iradesini teslim alan, kimliksizleştiren,
karaktersizleştiren bir salgından söz ediyoruz!
AKP Türkiyesi’ne gelince: Coronavirüs vaka sayılarının hızla artmasının ardından
hastanelerde yaşanan doluluk nedeniyle bir düzenlemeye gidilip; buna göre 50
yaşın altında olup testi pozitif çıkan hastaların evde ilaçla tedavisi
öngörülüyorken;[68] yaşlıya kolonya, işçiye kölelik, evden çıkamayan ihtiyaç
sahibine “alay eder gibi” düşük kredi ile konut ve THY ile ucuza seyahat vaat
eden siyasal İslâm - neo-liberalizm karışımı sistem, AVM çalışanına, hastalık
vaat ediyor. Oysa sermayeyi temsilen “Cumhurbaşkanı’nın düzenlediği corona
toplantısında bulunan ve aynı zamanda Panaroma AVM Yönetim Kurulu Başkanı olan
Rifat Hisarcıklıoğlu’nun yüzünü güldürüyor.
Bu rejimden pratik olarak fayda çıkması zor… Avrupa’da hastanelerin
kamulaştırılması gündemdeyken, kibarlığına kapıldığımız bakan Türkiye’de özel
hastane sahibi. “AKP’nin başlangıç ilkeleri” sıkıntılar hakkında temelden
ipuçları veriyor.
‘Sağlık İstatistiği Yıllığı 2018’ verilerine göre, Türkiye’deki hastane sayısı
bin 534. Bu hastanelerden 889’u devlete ait. 68’i üniversite hastanesi… Özel
hastane sayısı ise 577. Türkiye hastanelerinde yaklaşık olarak 231 bin 913 yatak
bulunuyor. Bu sayı içinde özel hastane yatağı 50 bin 196. Oranlar, yüz binleri
geçeceği söylenen hasta sayısı gibi yoksul-varlıklı çelişkisi hakkında da fikir
veriyor.
İstatistiklerin üzerine başka rakamları da biz ekleyelim. Türkiye’de en güncel
verilerle tam 84 bin 684 cami var. 1 Ocak 2020 itibarıyla Türkiye’de bulunan
doktor sayısı 164 bin 594. Diyanet’in personel sayısı ise 2020 itibarıyla 179
bine çıktı. Personel giderleri artığı için Diyanet’in bütçesi de 2019’a göre 1.1
milyar TL daha yükseltildi.
Sağlık çalışanları, geç kalındığını söylüyor… Sağlık Bakanı Koca “Mücadele
edeceğiz” diyor. Peki nasıl? Toplum endişeli, sağlık çalışanları hem kendileri
hem sistem için çok kaygılı.
Soru, “o soru”: Biraz geç kalmadık mı? Evet![69]
III.2) KAPİTALİST “BUGÜN”ÜN GELECEK(SİZLİK)İ
Kapitalist uygarlık, yalnızca burnunun ucunu görebilen küçük bir azınlığın
kaptanlığında kayalara tosladı ve batıyor. Bu gemiyi yeniden yüzdürmek olanaklı
değil. Bir an evvel bu enkazdan ne kurtarılabilirse kurtarıp, bu döküntülerden,
bizi kuru toprağa çıkarabilecek yeni bir şey yaratmamız gerekiyor.
Bunlar bir komünistin önyargıları değil. İnanmıyorsanız, kapitalizmin elit
dergisi ‘The Forbes’te yayımlanan “Eğer Değişmezse, Kapitalizm İnsanlığı 2050’ye
Kadar, Açlıktan Öldürecek” başlıklı denemeye bakabilirsiniz. Yazar, “Şirketler
dünyanın kaynaklarını sömürmek için türlü yollar geliştirmeye devam ediyorlar”…
“iklim krizini yadsımak, bilimsel bulgulara gölge düşürmek için büyük servetler
harcıyorlar” diyor; “hisse senedi sahipliğine dayalı mülkiyetten, birleşik
(ortaklaşa- kooperatif) mülkiyete geçiş”i öneriyor.
BM’nin yayımladığı bir rapor, iklim krizinin, gelir dağılımındaki
eşitsizliklerin, gıda yetersizliğinin en önemli kaygı konuları” olduğunu
savunuyor.
Dünyanın elitlerinin toplandığı yıllık Dünya Ekonomik Forumu (Davos) zirvesinden
önce yayımlanan Küresel Risk (algısı-y.n) Raporu tam bir enkaz manzarası
çiziyor. Bu kriz algısı manzarasının ön planında, tek tek aktörler açısından
yüzde 75 üzerinde ekonomik çatışma, ülke içinde kutuplaşma, aşırı sıcak
dalgaları, doğal ekosistemlerin yok edilmesi, ticarette ve yatırımda korumacılık
riskleri var. “Küresel şekillendiriciler” açısından, yüzde 78 üzerinde aşırı
sıcaklık dalgaları, önlenemeyen yangınlar var. Bunların ardından yüzde 75
üzerinde, medya kaynaklarına güvenin kaybolması, şirketler ve devletler
karşısında özel yaşamın mahremiyetinin kaybolması, ülke içinde siyasi kutuplaşma
geliyor. Kısacası, DEF raporu, hem ekonomik hem de kültürel yapıların
etkinliklerini kaybettiklerini hem de uygarlığı taşıyan doğal zeminin hızla
çökmekte olduğunu söylüyor.
DEF kurucusu ve genel müdürü Klaus Schwab, ‘Council on Foreign Relations’ın ‘The
Foreign Affaires’ dergisinde “Kapitalizm Yaşayabilmek İçin Değişmelidir”
başlıklı denemesinde “Doğal çevre, kâr maksimizasyonuna dayalı ekonomik
etkinliklerden zarar gördü”… “ “Bu son şans”… “kapitalizmi kurtarmanın tek yolu
onu (hisse senetleri sahiplerine öncelik vermekten kurtarıp-y.n) on yıllar
öncesinin (neo-liberalizm öncesine-y.n) pay sahipleri (ekonomik faaliyete
katılanlar) modeline geri götürmektir” diyor.
Lafı uzatmayalım: DEF raporunun saptadığı gibi küresel yönetişim araçları ve
yönetim ilkeleri artık işlemiyor, ülkeler dar-milliyetçi kaygılarla birbirlerine
karşı tavır almaya başlıyorlar; aralarında işbirliği olasılıkları hızla
azalıyor. Ülkelerin içinde siyasi kutuplaşmalar derinleşiyor. Bu sırada, bir
“kâr makinesi” olarak sermaye doğal kaynakları tüketmeye, iklim krizini
derinleştirmeye devam ediyor.[70]
Kürselleşme çakılırken hatırlamakta yarar var: İlk kapitalist küreselleşme derin
bir finansal krize yol açmıştı. O zaman da, bir virüs salgını (İspanyol gribi)
hızla yayılmıştı.
“İspanyol gribi” krizi, 1918-19 yıllarında üç dalga hâlinde, ABD’den Avrupa’ya
Çin’e, Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar dünyayı kasıp kavurdu, özellikle, en
yoksul, kurumsal yapıları zayıf ya da sömürge ülkeleri, gelişmiş ülkelerde de
nüfus yoğunluğu yüksek kentleri, buralarda en yoksul kesimleri, göçmenleri
vurdu; yaklaşık 50 milyon kişiyi öldürdü.
“İspanyol gribi”, mikroplara/virüslere karşı duyarlılığı, “türün/ulusun
kirlenmesi” paranoyasıyla yakından ilişkili ırkçılığı, yabancı düşmanlığını,
komplo teorilerini, milliyetçiliği körükledi. Sınıf çelişkileri sertleşti,
sömürgecilere karşı isyanlar patlak verdi. İnsanlık faşizmi, Yahudi soykırımını,
II. Dünya Savaşı’nı yaşadı. Dahası, “kâr makinesi”nden kurtulma fırsatını
yakaladı, sonra elinden kaçırdı.
“Kâr makinesi” bu yıkımın üzerinden, “yeni bir işletim sistemiyle” yoluna devam
etti. Ancak, bu “makine” ve “yeni işletim sistemi”, yarım yüzyıl geçmeden
eskidi, 1970’lerde tıkandı. Yaklaşık 30 yıl sonra da adeta dağılmaya başladı.
Yine, ekonomik kriz, büyük güçler arası rekabet, “yeni faşizm” ve yine
kontrolden çıkmaya başlayan bir virüs salgını.
Bir “kâr makinesi” olan sermayenin, son 40 yıldır kullandığı “işletim sistemi”
artık verimli bir biçimde çalışmıyor, iyice yavaşladı, sık sık çöküyor. Sorun
yalnızca “işletim sisteminden” kaynaklanmıyor. İnsanlığın karşı karşıya kaldığı
sorunlar karşısında bu “makinenin” üretim ve tüketim kapasitesinin son derecede
yetersiz kaldığı, bu yetersizliğin sık sık krizlere dönüştüğü, her seferinde
büyük felaketlere yol açtığı görülüyor.
“Kâr makinesinin” işletim sistemi 1980’lerden bu yana, liberal demokrasi ve
neo-liberal küreselleşmeydi.[71] Ve şimdi o da çakılıyor!
Şimdi soralım: Her şeyin metalaştığı, parayla alınıp-satılan bir kâr aracına
dönüştürüldüğü, başkaca hiçbir etik/ insanî kaygının söz konusu olmadığı bir
sistemde, sayısız felâketler neden şaşırtıcı olsun? Eğer siz, utanmaz kâr
hırsıyla ekosistemi tahrip ederseniz, ekolojik dengeyi bozarsanız, arı kovanına
çomak sokarsanız, olacağı bu değil midir?
Her şeyin özelleştirildiği, kamucu hiçbir kaygının söz konusu olmadığı bir
sistem, bir rejim, kendi peydahladığı kötülüklerle, felaketlerle gerektiği gibi
mücadele edebilir, başa çıkabilir mi?
Sağlık hizmetleri de dahil her şeyin özelleştirildiği, bir kâr aracına
dönüştürüldüğü yerde, coronavirüs salgınıyla gerektiği gibi mücadele edilebilir
mi? Eğer yegâne amaç her seferinde daha çok kâr ise…[72]
Leon Troçki’nin, “Gezegenimiz pis ve leş kokulu emperyalist bir barakaya
dönüştürülüyor,” diye tarif ettiği tabloda; elbette “Hayır!
Yazının devamı için
buraya tıklayınız...
Facebook'tan Yorumlar:
|
Tarih: 26.04.2020 Saat: 19:37 |
|
| |
Haber Puanlama |
Ortalama Puan: 0 Toplam Oy: 0
|
|
|