Türkiye’de Rejim ve İslâm
XVIII. yüzyıldan itibaren, ama ağırlıklı olarak 19. yüzyılda rakip emperyal
güçlerin nüfuz mücadeleleri, “ayrılıkçı” ulusal hareketlerin yanı sıra Batı
kapitalizminin yoğun etkisi altında dağılma süreci hızlanan Osmanlı
İmparatorluğu’nun içine sürüklendiği yoğun ve kapsamlı değişim sürecine tepkisi,
yönetim mekanizmasını modernize etmek/sekülerleştirmek olacaktı. Eşzamanlı
olarak, yönetici elit, ilk kez çeşitlenmiş ve özerkleşmiş “ideolojiler”le
tanışacaktır:
Dağılmaktaolan imparatorluğu “kurtarmak” üzere, (Müslüman ve
gayrımüslim uyruklar arasında “eşitliği” tesis ederek tekil ve birleşik bir
Osmanlı yurttaşlığı alanı yaratma ve sultanın uyruklarını devletin yurttaşlarına
dönüştürmeyi hedefleyen) Osmanlıcılık; (İmparatorluk topraklarında yaşayan
Müslüman toplumları tekil bir ümmet olarak birleştirip İmparatorluğun temeli
kılmayı hedefleyen) İslâmcılık; ve (–başlıca ideologları Rusya Türkçüleri olması
hasebiyle- Turanî heveslerle başlayan; “Kızıl Elma”nın acı deneyimi sonucu
“Misak-ı millî”yle iktifa etmeyi öğrenen) Türkçülük, birbiriyle çatışkılı,
birbirinden öğrenen ideolojiler olarak serilmendi 19. yüzyıl Osmanlı
siyasal-toplumsal sahnesinde.
İslâmcılık, burada konumuz açısından önem taşıyor. 1878’den itibaren Sultan
Abdülhamid’in desteğiyle “devletin resmî ideolojisi” niteliğini üstlenen
İslâm(cılık) böylelikle, Yavuz Selim döneminden beri hilafet, dolayısıyla da
(Sünni) İslâm toplumlarının önderliği iddiasını da üstlenen ve devlet ile din
arasında (Bizans’tan tevarüs ettiği) oldukça hassas bir dengeyi sürdüregelen,
devletin meşruiyet kaynağı ve toplumsal denetim aracı olma işlevinden farklı bir
işlevi daha üstlenecekti. Devlet yönetiminin İslâm’dan bolca yararlanırken,
ulemâyı sıkı bir denetim altında tuttuğu uzun süreli bir caesaropapism
deneyiminin ardından, İslâm(cılık) ilk kez net hatlarıyla ayrışmış (modern) bir
siyasal ideoloji olarak devletle yeniden entegre olacaktı.[10] Modernizmin
(özellikle de devletin örgütlenişi, ordu, eğitim, teknoloji vb. alanlarında)
gerekliliği vurgusunun yanı sıra, derin bir Batı-karşıtlığı ve pan-İslâmist
yönelişiyle tanımlanan İslâmcılık ideolojisi, bu süreçte, Karpat’ın (2001: 17)
Eylül 1906 tarihli İngiliz Blackwood’s Magazine’deki bir yazıdan aktardığı
önemli bir saptamayla yüklenecek ve bundan böyle bu veçhesiyle karakterize
olacaktı: “Sömürgeciliğe karşı ya da İslâm toplumlarını muhafaza ya da
canlandırmaya yönelik bir girişimdense, İslâm’ın Hıristiyanlık ve Avrupa
uygarlığıyla çatışması olma” özelliği. Evet, geç-Osmanlı (ve ardından günümüzde
Türk) İslâm(cılığ)ı anti-sömürgeci (ya da antiemperyalist) olmaktan çok
Batı-karşıtı olmakla tanımlanmaktadır. Ve bu hâliyle kültüralist bir yöneliştir…
* * *
Kemalizm’e ilişkin yaygın algı, onun laikliği, üstelik de Fransa’dan mülhem
radikal bir laikliği benimseyerek dini kişisel iman planına doğru sürdüğü
yönündedir - ki oldukça eksikli bir algıdır bu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
erken dönem “laikliği”ni karakterize eden “din” işleriyle “devlet” işlerini
birbirinden ayrılmasından çok dinin (elbette ki İslâm dininin) devletin bir
aygıtı olarak yeniden biçimlendirilmesidir.[11] Birkaç nedenden dolayı:
- Öncelikle Kemalist rejim, Osmanlı’nın caesaropapist geleneğinin doğrudan
sürdürücüsüdür. İslâm dini, eklemlendiği her rejime, Kemalist devletin
vazgeçemeyeceği bir meşruiyet temeli sağlamaktadır. Yanı sıra, İslâmi “ulûl emre
itaat” ilkesinin, “devletine, milletine bağlı, muti, tokgözlü, ahlâklı”
yurttaşlar biçimlendirmede işlevsel olacağını kestirmek için kâhin olmaya gerek
yoktur. Kaldı ki, Cumhuriyet rejimi, halkın sefalet ve acılara katlanmaya ancak
güçlü dinsel referanslar sayesinde ikna edilebildiği uzun ve acılı bir savaşlar
silsilesinin sonucunda kurulabilmiştir. Bu durumda, devletin halkın dinsel
inançlarıyla çatışmayı göze alması, beklenemez.
- Dahası, yeni devlet, otokton Türkmen, Kürt, Arap nüfusun üzerine Balkan ve
Kafkaslar’dan göç etmiş göçmenlerden bir “ulus” yaratma sorunuyla karşı
karşıyadır. Ermenilerin soykırım, Rumların mübadele, Yahudilerin bezdirme
yöntemleriyle tasfiye edilerek gayrımüslimlerden arındırıldığı koşullarda
Müslümanlık, “misak-ı millî” dâhilinde kalan nüfusun büyük çoğunluğunun elindeki
tek ortak paydadır. (“Türkleştirme”, 20’lerin sonlarına doğru başlamakla
birlikte, esas olarak 1930’ların marifetidir.) Bir başka deyişle, uzun süre
yurttaşlığın tek referansını oluşturacaktır. (Türk mevzuatında gayrımüslim
yurttaşların hâlen “yabancı” yerine konulmasının nedeni de budur).
- Ve nihayet, İslâm(cılık) Cumhuriyet’in bölgesel iddialar için, yani Müslüman
Ortadoğu ya da Türkî cumhuriyetler üzerinde nüfuz sağlayabilmek için her zaman
elinde tutmak isteyeceği bir ideolojik araçtır.
Bu nedenlerledir ki genç Türkiye Cumhuriyeti, bir yandan hilafetin ilgası,
devletin resmî dini ilkesini kaldıran Anayasa değişikliği (1937), tevhid-i
tedrisat, kamusal alanlarda dinsel simge kullanımının yasaklanması, şapka,
kıyafet devrimi, Latin alfabesi ve miladî takvimin benimsenmesi vb. bir dizi
“sekülerleştirici/batılılaştırıcı” reformu benimserken, bir yandan da Sünnî
İslâm’ın başatlığı altındaki Diyanet İşleri’ni (1924) örgütleyip tüm dinsel
sorunlarda bir çeşit “fetva yetkisi”yle donatarak, ilköğretim kuruluşlarında,
Sünnî İslâm ilkelerinin öğrencilere aktarıldığı din dersleri (12 Eylül sonrası
zorunlu hâle gelecektir) aracılığıyla; İmam-Hatip liselerini yaygınlaştırarak…
İslâm’ı “devletleştirmektedir.”
Bu “aracılıklar” arasında devletin dinsel yaşamı denetim altında tuttuğu kurum
olarak “Diyanet” özel bir önem taşımaktadır: Devlet bütçesinden kendisine tahsis
edilen devasa payla (2013 yılında 4 milyar 604 milyon TL. ile bütçeden en fazla
payı alan kurumlar arasında 12. sırayı tutmakta. Diyanet bütçesi, İçişleri, ya
da sağlık bakanlıkları bütçesinin iki katına ulaşıyor) Diyanet İşleri
Başkanlığı, 78 000 kadar cami ve 5000 kadar Kur’an kursunu yönetmekte, ülkede
her bir camide verilecek Cuma vaazını dikte ettirmekte, devletin medya
araçlarının dinsel içerikli yayınlarını denetlemekte, dinsel metinlerin Türkçe
çevirilerini gerçekleştirmekte, toplumsal konularda “fetva” mercii işlevini
görmekte, Hac yolculuklarını örgütlemekte ve (DITIB adı altında) Avrupa’da
yaşayan Türkiyeli Müslümanlara dinsel hizmet götürmektedir.
Böylelikle yurttaşlarının “dinsel gereksinimleri”ni monolitik bir devlet kurumu
aracılığıyla karşılayan, dolayısıyla da yurttaşlara dini nasıl yaşamaları (ve
nasıl “yaşamamaları” gerektiğini dikte ettiren bir devlet kurumu eliyle Türkiye
Cumhuriyeti, oldukça ilginç bir “laiklik” görüntüsü vermektedir: Alevîlerden,
kendilerini “Müslüman” olarak tanımlamakla birlikte herhangi bir dinsel gereği
yerine getirmeyen “laik” yurttaşlardan, gayrımüslimlerden, agnostiklerden,
ateistlerden… alınan vergilerle de beslenen ve resmî bir Sünni İslâm versiyonunu
dayatan bir devlet kurumunun varlığı, devletin din karşısındaki her türlü
“nötralite” iddiasını boşa çıkartmaktadır.[12]
Şu hâlde rahatlıkla öne sürebiliriz: Türkiye’de İslâm, Osmanlı’dan bu yana
“devlet dini”dir; ve içeriğiyle mesajları, işlevleri devlet üzerinde söz sahibi
sınıfların mahiyetine göre değişikliğe uğramaktadır.
Bu saptama, kanımca Türkiye’de 2002 seçimlerinde iktidara gelen ve o günden bu
yana tek başına iktidarda kalmayı başaran AKP’yi anlayabilmede de işlevseldir.
Bilindiği üzere, Türkiye’de seküler çevrelerin AKP iktidarı konusundaki
görüşleri, esas olarak iki çerçevede kutuplaşıyor:
1. AKP iktidarı Orta Doğu’nun Sünnî/Şeriat rejimlerle yönetilen petrol zengini
ülkelerin yönetimleriyle içli-dışlı, esas olarak Arap sermayesinden beslenen,
radikal İslâmcı kadroların ağır bastığı, takiyyeci bir partidir. “Millî Görüş”
geleneğinin kimi unsurları, laiklik karşıtı söylemlerinin her seferinde rejimin
güvencesini oluşturan TSK’nın müdahaleleriyle partilerinin kapatılması sonucunu
vermesinden ders alarak ılımlı, laiklik yanlısı bir görüntü veren AKP’yi kurup
iktidara gelmişlerdir. Liberal, demokrat görüntüleri bir yanıltmacadır; AKP’nin,
özellikle 2007’deki seçim başarısının ardından adım adım hayata geçirdiği bir
gizli gündemi vardır: Türkiye’de Şeriat rejimini kurmak.
2. Millî görüş kadrolarından samimî bir özeleştiriyle kopan unsurların kurduğu
AKP, iktidara geçtiğinden bu yana demokrasi görüntüsü altında askerî bir vesayet
rejiminden başka bir şey olmayan eski siyasal sisteminin liberalizasyonu ve
demokratikleştirilmesi yönünde işlemektedir. TSK’nın siyaset sahnesindeki
ağırlığının ve “derin devlet” yapılarının tasfiyesi, insan ve azınlık hakları
konusundaki ilerlemeler, Kürt sorununun çözümü yolunda atılan adımlar, bu görüşü
desteklemektedir. Muhafazakâr olduğunu gizlemeyen AKP’nin gizli bir gündemi
yoktur. Eksik olan, geçmişinden taşıdığı alışkanlıkları sınırlandıracak liberal
sol bir partinin varlığıdır…[13]
İki analizin de AKP’nin gövdesini oluşturan ve siyaset alanında sözcülüğünü
üstlendiği sermaye kesiminin özlem ve taleplerini dikkate almaması, ilginçtir.
Oysa AKP’nin din/İslâm ile ilişkisinde bu kesim kritik bir rol oynamakta.
12 Eylül darbesi, bilindiği üzere Türkiye’de ithal ikameci politikaların terk
edilerek neoliberal iktisadî rejimin benimsenmesini öngören 24 Ocak kararlarının
hayata geçirilmesini sağlamak amacıyla gerçekleştirildi. Bu yolla önü açılan
yeni sermaye birikimi rejimi, emeğin hareket/örgütlenme olanaklarını büyük
ölçüde kısıtlarken, mevcut sermayeye kesimlerine de geniş bir hareket alanı
açacaktı. Cumhuriyet rejiminin geleneksel burjuvazisi Marmara sermayesi dışında,
“başıbozuk” (rogue) olarak tanımlayabileceğimiz bir dizi girişimci (Türkiye
Cumhuriyet devletinin 12 Eylül rejiminin hemen ardından angaje olduğu “düşük
yoğunluklu” Kürt savaşının sağladığı elverişli ortamdan da yararlanarak) “Yeni
Dünya Düzeni”nin olanaklarını lehlerine çevirmeyi başardı: çaycılardan banker,
mafya ayakçılarından medya patronu yaratan bu hızlı devingenlik ortamı;
Anadolu’daki, küçük çaplı, geleneksel olarak muhafazakâr, küçük ve orta boy
müteşebbislerine de pek çok yeni olanaklar sunacaktı.
Cemaat bağlarını ticarî girişimlere tahvil eden bu kesim, Turgut Özal iktidarı
döneminde atağa kalktı. TÜSİAD’ın temsil ettiği Marmara sermayesinin ortaklık
için geleneksel tercihi AB ülkelerindense, başta Arap sermayesi olmak üzere
Müslüman sermayedarlar ile kurulan ticarî ilişkiler, MÜSİAD’da temsil edilen bu
kesimin hızla büyümesinin önünü açacaktı.
“Anadolu sermayesi”, böylelikle hızlı bir şekilde palazlanarak siyasetin
merkezine doğru kaymaya başladı. “Konsept (MASK= Milli Askerî Stratejik Konsept)
değiştiren” TSK’nın 1997’de giriştiği “postmodern darbe” teşebbüsünü ustaca
manevralarla savuşturarak bu girişimi TSK’nın kamuoyu nezdindeki son
kredibilitesini yok edecek bir “halkla ilişkiler” kampanyasıyla tersine
çevirmeyi başardı. Ve bir yandan “Genişletilmiş Orta Doğu Projesi” çerçevesinde
bölgedeki “ılımlı” İslâmî rejimlerle işbirliğine yönelen ABD’nin önayak olduğu
yeni uluslar arası konjonktürün, bir yandan da ülkede 2000 krizi ve önceleyen
yolsuzluklar ve çürümeye duyulan tepkinin yol açtığı olumlu hava içerisinde AKP
şahsında iktidara gelmeyi başardı.
AKP ile iktidara gelen ve kendilerini “modern muhafazakâr” olarak tanımlamaktan
hoşlanan yeni burjuvalar, iktisaden liberalizmi sonuna kadar savunsalar da
neoliberalizmin “ruhu”yla uyumlu bir şekilde, toplumsal-kültürel alanda
“yeni-muhafazakârlık”ı benimsemektedirler. Birkaç nedenle:
1. Öncelikle, “halkın bağrından çıkmış”, onun değerlerine bağlı, dini bütün,
“baba” patronlar imgesi, onlara, siyasî başarıya tahvil edebilecekleri (ve
ettikleri) bir toplumsal meşruiyet temeli sağlamaktadır. AKP’nin “yeni eliti”
Türk kültürel hayatının Tanzimat’tan bu yana “duçar olduğu” “halkına
yabancılaşmış, Batıcı seçkinler ile halk” çelişkisini ustalıkla manipüle ederek,
anti-entellektüalizmle kaynaştırdığı eklektik ve pragmatik bir anti-Batıcılığı
kendi pozisyonunu sağlamlaştırma yönünde kullandı.
2. Yanı sıra, yeni-muhafazakârlığın içerdiği aile ve cemaat değerlerinin ihdası,
örgütlü sınıf mücadeleleri karşısında Marmara sermayesi kadar donanımlı olmayan
bu yeni burjuvaziye, istihdam ettiği emekçilerle “patronaj” ilişkileri kurma
olanağı sağlamakta, dolayısıyla daha ucuz ve talepkârlığı daha düşük bir işgücü
kaynağına erişim olanağı sağlayacaktı.
3. Yanı sıra, “muhafazakârlık”, küresel kapitalizmin yükselen güçleri, özellikle
de Anadolu’nun Müslüman-muhafazakâr girişimcilerinin kültürel tercihleriyle daha
kolay rezonansa girebilen Arap-İslâm sermayeyle ilişkileri daha kolaylaştıran
bir kisveydi.
4. Bununla koşut olarak, “Arap Baharı”nın sağladığı uygun atmosferde dinsel
referanslı muhafazakârlık, AKP’nin neo-Osmanlıcı yönelişinde Türkiye’nin
Ortadoğu’daki nüfuz alanını genişletme hedefiyle de uyumlu gözükmektedir.
Şunu da belirtmekte bir beis yok; neoliberalizm, salt sermayenin yüksek ölçüde
ve sınırsız devingenliğini öngören bir iktisadî tercih olmanın çok ötesinde,
(Sosyalist Blok’un çökmesi ve bunun sağladığı ideolojik çözülme, iletişim
teknolojilerindeki hızlı gelişmeler, dayanıksız tüketim malları üretiminin
çapının devasa ölçülerde genleşmesi, finans vb. sektörlerin sınaî üretime
öndelik kazanması, vb… etkenlerin sonucu) kapitalizmin “modernist”
paradigmasında bir kırılmaya da denk düşmektedir. “Postmodern” sıfatıyla
tanımlanan bu kırılma, kapitalist modernizmin ulus-devlet, sekülarizm, liberal
demokrasi, insan hakları gibi “olmazsa olmaz” sayılan bir dizi standardından
vazgeçişe işaret eder. Bir başka deyişle, neoliberal evresinde kapitalizmin
“ethos”unu “Batı uygarlığı”nın standartları değil, “Kuzey tüketim toplumu”nun
daha gevşek, muğlak, esnek ve geçirgen “norm”ları biçimlendirmektedir.
Postmodern norm aşımı, dinselin görünürlük kazanması konusunda çok daha
hoşgörülüdür; özellikle de “sınıf mücadelesi”ni ikame eden “kimlik” çerçeveleri
aracılığıyla alttan gelecek itirazları sisteme entegre etme yetisi
sergilediklerinde…
Kabul etmeli, krizlerle sarsılan AB’ye girme ısrarından vazgeçip, bir “çeper
ülke” konumuyla Orta Doğu’da Kuzey’in “koçbaşlığını” üstlenen “ılımlı Müslüman”
bir Türkiye ABD-AB çevreleri tarafından da oldukça “hayırhah” karşılanmıştır –
en azından AKP Arap Baharı’nda yakaladığı popülaritenin rüzgârıyla Orta Doğu’ya
müdahil, özerk bir güç olma niyetini aşikâr edene dek…
* * *
Bu durumda, vurgulamalı: günümüz Türkiyesi’nde din-devlet ilişkilerinde köklü
bir dönüşüm yaşanmamaktadır. Türkiye’de devlet İslâm dini üzerindeki denetimini
sürdürmektedir; tersi varit değildir. Ne ki, devletin dümeninde bir kadro
değişikliği yaşanmıştır. Marmara baronları, yani geleneksel Batıcı, seküler
burjuvazi iktidarını AKP’nin temsilcisi olduğu, kültürel olarak muhafazakâr
taşra burjuvazisiyle paylaşmaya razı gelmek durumunda kalmıştır. Ve bu “yeni”
burjuvazinin siyasal temsilcileri, dinsel referanslara eski kadrolardan çok daha
fazla bağlıdır. Bir başka deyişle, devlet, yönetimi bugün din ile ünsiyeti çok
daha yüksek bir kadronun elindedir.
Bu durum, Kemalist cenahın yaymaya çalıştığı üzere laikliğin ilga edilerek
Şeriat’ın Anayasa ilan edilmesine yol açmayacaktır kuşkusuz. Ya da Türkiye’nin
rejiminin İslâmî bir teokrasiye dönüşmesi bir hayli uzak bir ihtimaldir. Ancak
yeni burjuvazi, yukarıda özetlemeye çalıştığım sınıfsal yönelimlerini hayata
geçirmek üzere, Sünni-İslâm yorumunu alabildiğince yaygınlaştırma ve toplumsal
konsensüs temelini İslâmî bir eksene kaydırma çabası içerisinde olacaktır. Bu,
İslâm dininin (Sünnî yorumunun), belki siyasal değil ama toplumsal-kültürel
rolünün giderek artması anlamına gelir. Bir başka deyişle, Türkiye, yeni
yönetici kadrolarının elinde, Diyanet fetvalarının toplumsal yaşamın her
alanında daha fazla etkili olduğu, kadınlarla erkekler arasındaki toplumsal
mesafenin daha da arttığı, ahlâk bekçiliğinin daha yoğunlaştığı, bireysel
yaratıcılığın daha çok törpülendiği, mahalle baskısına teslim bir Orta Doğu
ülkesi olmaya yönelmektedir.
Sünnî-İslâm referanslı bu toplumsal-kültürel muhafazakârlık iklimi ise, gerek
içeride, gerek dışarıda, yükselen sınıf “Müslüman sanayiciler ve iş adamları”nın
vizyonlarıyla hiç kuşkusuz ki daha uyumludur…
SİBEL ÖZBUDUN
N O T L A R
[11] “Kemalist laiklik modeli hem otoriter hem de antidemokratiktir. Türk
devleti İslâm’ “yukarıdan” siyasallaştırmıştır, yani, onun üzerinde yorum tekeli
ve denetim sağlamıştır. Amaç nüfusu sekülerleştirmek, farklı mümin cemaatlerini
türdeşleştirmek, ve cumhuriyetçi, laik, etno-milliyetçi (“Türkleştirici) bir
devlet İslâmı’nı yaygınlaştırarak ülkenin teritoryal bütünlüğünü sağlamaktır.” (Karakaş
2007: 3)
[12] Nitekim dinin devletin denetimi altında tutulması gereği ve bunun yararları
bizzat Diyanet sözcüleri tarafından da dile getiriliyor. Nasıl mı? İşte
Alevi-Bektaşi Dernekleri Federasyonu eski genel başkanı Turan Eser’in Diyanet
İşleri Başkanlığı (DİB) hakkında Ankara 17. İdare Mahkemesi’nde açtığı davada,
DİB’in savunması:
“Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), Ankara 17. İdare Mahkemesi’ne verdiği yanıtta
cemevi dememeye özen göstererek kurumun Atatürk’ün sağlığında laiklik ilkesinin
gereği olarak kurulduğunu ifade etti. Yanıtta laiklik ilkesinin bir özelliğinin
de devlete din hürriyeti üzerinde denetim yetkisi tanıyan bir nitelik taşıdığı
belirtilerek dini denetim altında tutmanın devletin işi olduğu ifadelerine yer
verildi.
DİB’nın kurulmasının tarihi nedenlerin gerçeklerin ve ülke koşullarıyla
gereksinmelerinin doğurduğu bir zorunluluk sonucu olduğu belirtilen yanıtla
hâlen 1924 savaş koşullarının devam ettiği kaydedilerek kurumun dini bir
teşkilat değil idari bir teşkilat olduğu, dinin devletçe denetiminin
yürütülmesinin Türk milletinin çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi ve
yücelmesine hizmet ettiği iddia edildi. Yanıtta, Diyanet’in gücünün
tartışılmayacağını vurgulanarak bunun bir Anayasa hükmü olduğunu 2280 sayılı
Siyasi Partiler Kanunu’nun 89. Maddesinde yer alan bir ifadeyle DİB’in yerinin
korunması için siyasi parti kapatabileceği ifade edildi.” (Esra Koçak,
“Diyanet’ten Atatürk’lü Cevap”, Birgün, 18 Ocak 2013)
[13] Bu eğilim, en azından yakın zaman öncesine dek Batı dünyasından
gözlemcilerin görüşlerini de ifade etmekteydi. Örnek için bkz. Karakaş (2007),
Steinbach (2011).
KAYNAKLAR
Amin, Samir (2006). Modernite Demokrasi ve Din. Kültüralizmlerin Eleştirisi.
TOFV/Özgür Üniversite, Ankara, 2006.
Bloch, Maurice (1992). “The ritual and royal bath in Madagaskar: the dissolution
of death, birth and fertility into authority”, Rituals of Royalty, D. Cannadine
ve S. Price (der.) Cambridge University Press.
Frankfort, Henri (1948). Kingship and the Gods: A Study of the Near Eastern
Religion as the Integration of Society and Nature. University of Chicago Press.
Garster, T. H. (der.)(1964). The New Golden Bough. A New Abridgment of the
Classic Work by Sir James George Frazer. Chicago: Mentor Books.
Gilbert, Michelle (1992). “The person of the king: ritual and power in a
Ghanaian state. Rituals of Royalty, D. Cannadine ve S. Price (der.) Cambridge
University Press.
- (2012) “The Sacralized Body of the Akwapim King”, Religion and Power, Nicole
Brisch (der.), The Oriental Institute of the University of Chicago.
de Heusch, Luc (2009). Pouvoir et Religion (Pour réconcilier l’Histoire et
l’anthropologie) CNRS Editions, Paris.
Houtart, François (2006). Sociología de la Religión, Editorial de Ciencias
Sociales, La Habana.
Iqbal, Javed (tarihsiz). “The concept of state in Islam”.
Karakaş, Cemal (2007). Turkey: Islam and Laicism Between the Interests of State,
Politics and Society, PRIF Reports no. 78. Peace Research Institute, Frankfurt.
Karpat, Kemal H. (2001). The Politicization of Islam. Reconstructing Identity,
State, Faith and Community in the Late Otoman State. Oxford University Press.
Kepel, Giles (1993). The Revenge of God: The Resurgence of Islam, Christianity
and Judaism in the Modern World. Polity Press.
McCaffrey, Enda (2009). The Return of Religion in France: From Democratisation
to Postmetaphysics. Palgrave McMillan.
Michalowski, Piotr (2012). “The Mortal Kings of Ur: A Short Century of Divine
Rule in Ancient Mesopotamia. Religion and Power, Nicole Brisch (der.), The
Oriental Institute of the University of Chicago.
Nasr, Sayyed Vali Reza (2001). Islamic Leviathan. Islam and the Making of State
Power. Oxford University Press.
Nelson, Janet L. (1992). “The Lord’s anointed and the people’s choice:
Carolingian royal ritual.” Rituals of Royalty, D. Cannadine ve S. Price (der.)
Cambridge University Press.
Price, Simon (1992). “From noble funerals to divine cult:the consecration of
Roman Emperors”, Rituals of Royalty, D. Cannadine ve S. Price (der.) Cambridge
University Press.
Pritchard James B. (der.) (1973). The Ancient Near East, An Anthology of Texts
and Pictures. Princeton University Press.
Rivière, Claude (2005). Socio-anthropologie des religions, Armand Colin.
Selz, Gebhard J. (2012). “The Divine Prototypes”, Religion and Power, Nicole
Brisch (der.), The Oriental Institute of the University of Chicago.
Steinbach, Udo (2011). “State and Religion in Turkey”. J. Namour (der.) State
And Religion. Comparing Cases of Changing Relations. A conference report. Beyrut:
Friedrich Ebert Stiftung.
Ullmann, Walter (1969). The Carolingian Rennaissance and the Idea of Kingship,
Londra, Methuen.
Winter, Irene J. (2012). “Touched by the Gods: Visual Evidence fort he Divine
Status of Rulers in the Ancient Near East”, Religion and Power, Nicole Brisch (der.),
The Oriental Institute of the University of Chicago.
Facebook'tan Yorumlar: