timurca gönderdi: "Zorunlu, sınırlı, tercihsiz “seçim” lerimizden biri öncesiydi.
Kitapçı Arif”le dükkanının önünde bahar güneşinin tatlı dokunuşunun tadını çıkarıyorduk.
İkimizin aklından geçen “aman şu anın tadını kimse bozmasın” arzusu sokağın başında bir arabadan yükselen duyuru eşliğinde yürüyen, heyecanlı bir gurubun gözükmesiyle “hay sizin…” homurdanmalarımıza dönüştü.
“Sizin milletvekili adayınız, sizinle tanışmaya geldi” sesi yükseliyordu, arada “ciyk ” sesi çıkartan ses sisteminden.
Kitapçı Arif, “cık” dedi. ”Olmadı bu işte.” “Hem bizim adayımız, hem bizimle tanışmaya geldi.
Daha önceden tanımıyorsak nasıl aday olarak seçtik? Yoksa adamı tanıyorduk da ağır bir ateşli hastalık geçirdik unuttuk mu yediğimiz haltları. Adamcağız nezaketinden, hani biz utanmayalım diye yeni tanışıyoruz ayaklarına mı yatıyor.”
“Arif” dedim; “bu günlerde memlekette hafıza kaybı çok yaygın da benim aklıma başka bişey geldi, kafalarımız çok iyiyken tanışıp, sen bizim adayımızsın diye söz vermiş olmayalım adama?
Arif; “sen gözlerini açıp adayımıza bir göz atsana. Biz bununla aynı masada oturup iki kadeh içsek eşimizden dostumuzdan ömür boyu uzaklaştırma cezası alırız, tecrit ederler bizi” diye yanıt verdi.
Güneşi görünce kedi yavrusu gibi kendini mırıl mırıl bir gevşemeye bırakmış göz kapaklarımı bir zahmet açtım… Açmaz olaydım. Gözlerime parlak bir lacivert doldu. “Arif ben kör oldum ” dedim.
“Geçicidir o, milletvekili elbisesi görünce herkeste olur. Adam, o arada seçilir. Yemin eder. Sonra gözlerin düzelir. Arkadan görürsün kaçan treni” dedi. Bana bakıp sırıttı.
“İyiyim Arif” dedim. “Mutluluk bulmuş kadar iyiyim.” “Ben yazarım bu adamı, çiğerine kadar yazarım.”
“Yaz” dedi Arif. ” Daha iyi takım sakatat bulamazsın.” “Yavrum malzemeye bak.”
Kocaman adamlardan oluşan koruma halkasının içindeki “adayımız adamın” mutlaka bir kaç tane diktirdiği parlak, lacivert takım elbisesi hakikaten bakan koltuğuna bile yakışırdı. Rugan ayakkabıları, beyaz gömleğinin üstünde kan kırmızı bir gül gibi duran ipek kravatına iliştirilmiş pırlantalı kravat iğnesi harikulade tamamlayıcıydılar. Ceket göğüs cebine özenle yerleştirilmiş bir iri papatya “bende sizdenim, bu dağların bayırların çocuğuyum” mesajını iletiyordu gönüllerimize!
Fakat benim “adayımız adamın” en çok beğenerek baktığım yeri kafası ve özellikle gözleri oldu. Karısının biraz fazlaca sıktığı kravatı nedeniyle kızarmış boynunun üzerinde solaryumda esmerleştirilmiş, son kılı-siyah noktası bile özenle imha edilmiş parlak yüzü, değirmende ağartılmamış briyantinli kır saçları “işte ben yurt dışı görevlerinde bile bayrağımız gibi salınır, genel görüntümüz budur diye vururum gavurun aklına, büyülerim..” diye haykırıyordu.
Tanrım hele o gözler; ne nazenin, ne utangaçtılar. Önünden elini kalbine götürüp selamlayarak geçtiği esnafın gözlerinin içine bakamayacak kadar mütevazi, rugan ayakkabılarının bir sağ, bir sol tekinin ucuna kaçırılan bir çocuk, bir yeni gelin masumiyeti edalı gözler. O gözler ki hafif pembeleşmiş yanaklarının renginin yansımasıyla romantik bir gecenin huzur veren ışıkları gibiydiler. Meclis koltuklarının rengiyle birleşip yaratacakları yumuşacık atmosferde artık kavga çıkması ihtimali yok denecek kadar az olurdu…
Arif dürttü…”Hadi kalk içeri girelim, kapatalım kapıyı. Gelir şimdi, elimizi sıkmaya falan kalkar miletin dilinden kurtulamayız sonra. Zaten baka baka rontgenini çektin adayın. Satın mı alcan oğlum ” dedi.
İç geçirdim.
“Alan almış Arif “ dedim. Alan almış…
Nisan.2010 Timur Ugan
http://timurugan.wordpress.com
"
|
Tarih: 18.04.2011 Saat: 01:09 |
|
| |
Haber Puanlama |
Ortalama Puan: 0 Toplam Oy: 0
|
|
|