Mustafa ARSLAN
Ilık bir sonbahar sabahıydı. Öğretmen her zamanki saatinde lojmandan dışarıya çıktı. Kapının önünde durup etrafını izlemeye başladı. Akşamdan bu yana yağan yağmur henüz dinmemişti. Köyün üzeri yoğun bir sis tabakasıyla örtülüydü. Köyün en heybetli yapısı olan cami, karşı-sındaki üç katlı bina, köy odası hiç biri görünmüyordu. Öğretmen bakışını az ötesindeki okula yönlendirdi. Okulu zar zor seçebiliyordu. Kollarını iki yana açarak, derin bir nefes aldı. Sisten zor seçebildiği okula bir kez daha bakarken, ‘öğrencilerim gelmiştir’ diye mırıldandı. Çanta-sını başına siper edip, ağır ağır merdivenlerden indi.
Sınıfa girdiğinde öğrencilere “Günaydın çocuklar!” diyerek onları selamladı.
Öğrenciler öğ-retmenlerine “Günaydın öğretmenim!” diyerek karşılık verdiler.
Ders hazırlığı başlayacaktı ancak ortamdaki gizemli hava buna izin vermiyordu.
Gizemli havanın ilk verisi öğrencilerin sessizliğiydi. Hani derler ya “çıt
çıkmıyor”, işte öyle bir durumdu söz konusu olan. Masasına ulaşan öğretmen
etrafına göz gezdirdi. Okulun aydınlatması olmadığı için ortam zar zor seçi-liyordu.
Ortadaki iki masada kova mı vardı? Daha dikkatli bakma çabası içindeyken,
gözleri karanlığa uyum sağlamaya başlamıştı bile. Şimdi öğrenciler, sıra ve
masalar daha görünür olmuşlardı. Bu görüntüye iki de kova eklenmişti. Islanmış
iki masanın üzerine kova yerleşti-rildiği rahatlıkla görülebiliyordu. Öğrenciler
ve kovalar…
Öğretmen kova ve öğrenci ilişkisini anlamlandırmaya çalışırken; tavan
tahtalarının arasında birikmiş su kümesinden bir damla süzülmüştü bile. Damla
yukardan aşağıya hızla inerek bir kovanın içine düştü. Çıkardığı ses şıp oldu.
Anlaşılan bu kovada su birikmişti. Damlanın çı-kardığı ses boşlukta dalga dalga
yayılarak, kulaktan kulağa dolaşıp yitiverdi. Öğrenciler bir-birleriyle
bakıştılar. Bazıları da aralarında fısıldaştılar. Bir de gülüşme beklenirdi ama
hiç kimse gülmedi. Düşen damlanın ardından bir başka damla süzüldü aşağıya. O da
diğer kovaya indi tıp diye. Bu kova boştu işte. Fısıltıya devam edildi ama yine
gülme yoktu. Arkasından bir başka damla, sonra bir başkası ve öteki…
Kovalara inemeyen damlalar da vardı tabi. Onlar ise masanın üzerine ya da yere
iniyordu. Yere düşenler pıt sesi çıkarıyordu. Toprak zeminden olsa gerek.
Aslında dikkatli bir kulak bu üç sesten daha fazla ses olduğunu da fark
edebilirdi. Ama bize durumu ifade etmek açısından bu üç ses yeterli. Şu kadarını
söyleyelim ki; damlalar düştükleri yere, kovanın cinsine, içinde su olup
olmamalarına, kovayla olan mesafelerine ve büyüklük küçüklüklerine göre farklı
ton-da sesler çıkarıyorlardı şıp, tıp, pıt diye. Sesler rahatsız edici değildi.
O kadar düzenli iniyor-lardı ki; çıkardıkları sesler güzel bir melodiyi
andırıyordu.
Öğretmen ve öğrenciler birbirlerine bakışıyor ama ses çıkarmıyorlardı. Hiçbir bu
melodiyi insan sesiyle bozmak istemiyordu sanki…
Damlaların sayıları arttıkça çıkardıkları seslerde çeşitlendi. Çok seslilikte
arttıkça arttı. Öğ-retmen bir ara ritim de tuttu ama…
Zaman ilerledikçe damlaların hem sayıları hem de çıkardıkları sesler çoğaldı.
Sakin düşüşler yerini delice inişlere bıraktı. Bu düzensiz bir yarış haliydi.
Yarışa yeni damlalar da katlıyordu. Şimdi bir uyumdan söz edilemezdi. Artık
çıkardıkları sesler uyumdan çok uyumsuzluğu yan-sıtıyordu. Seslerdeki uyumsuzluk
ise kulaklara gürültü olarak ulaşıyordu.
Öğretmen bu kez ritim tutma yerine kafasını avuçlarının içine alarak hareketsiz
kaldı. İnen her damla kafasına iniyordu sanki. Bu halde fazla bekleyemezdi.
Sessizce yerinden doğruldu. Hiçbir şey konuşmadan yavaş adımlarla kapıya
yöneldi.
Dışarıda yağmurun hızı artmış sisin yoğunluğu azalmıştı. Camiye takıldı
gözleri... Heybetine ve güzelliğine diyecek yoktu. Çevresindekilere tepeden
bakan kibirli bir hali vardı. Bütün kibirliliğiyle çevresindeki yapıları
izliyor, bakışlarını sürekli gezdiriyordu. Bir ara bakışlarını karşısında duran
üç katlı binada sabitleyerek konuşmaya başladı. Aslında buna konuşma değil
kükreme denilebilirdi.
“Bakın ben bu insanlar için hepinizden çok daha önemliyim! Tanrının huzurunu
temsil ediyo-rum burada. İnsanların öbür dünyaya hazırlanmalarının aracı
oluyorum. İlahi bir karakterim, anlaşılmaz gizemli bir yönüm var. Bu gizem, beni
saygın duruma getiriyor. Ayrıca onlar için, bu dünyanın verdiği sıkıntılardan
kurtulmalarının aracı oluyorum. Tabi bu durumda da olabil-diğince saygı
görüyorum.”diyerek göğsünü kabarttı.
Bu apaçık diğer yapılara meydan okumaydı, böbürlenmeydi. Diğer yapılardan ses
çıkmıyor-du. Çoğu yapı, gözlerini camiden kaçırarak, bir başka yöne bakma çabası
içindeydiler. Cami-nin güzelliği ve büyüklüğü karşısında söyleyecek söz
bulamıyorlardı. Sus pus olmuşlardı.
Sessizlik uzun sürmedi. Caminin karşısındaki üç katlı bina:
“Belki sana önem veriyorlar. Ama bak sen şu güzelliğime... Köyün en güzel
yapısıyım. Ya-nımdan geçen herkes bana kıskançlıkla ve hayranlıkla bakmadan
edemiyor. Beni yaptıran kişi, yani sahibim Avrupa’ da çalışıyor. Sahibimin
oradan getirdiği bir plana göre yapıldım. Güzelliğimi çekiciliğimi de oradan
alıyorum. Siz sahibimin köy meydanına inişi görmelisiniz. Başı dik ve gururlu.
Sana ne bundan demeyin sakın. Sanki insanlara selamı o değil ben veri-yorum. Her
sohbetinin konusu benim. Ağzından çıkan her sözcük sanki benim ağzımdan
çıkı-yor. Bütün ilişkilerini de ben kuruyorum. Beni yaptırmak için harcadığı
para ise inanılmaz.”
Cami beklemediği bu sözler karşısında biraz gerildi. Ama belli etmedi. Sözler
karşısında sinirlenmenin güçsüzlük olacağını düşünüyordu:
“Ya benim için harcananlar. Benim için gösterilen duyarlılığı görmüyor musunuz?
Bu insan-lar benim için seferber oluyorlar. Yokluk yoksulluk içinde yaşamalarına
rağmen benim için çalışıyorlar. Yapımı bitirebilmek için bütün olanaklarını
seferber ediyorlar. Para toplamak için gitmedikleri köy, kasaba, ulaşmadıkları
insan kalmadı. Her gittikleri yerde güzelliğimden söz etmekten ve benimle
gururlanmaktan da geri durmuyorlar. Dinleyenlerin ağzı açık kalıyor.”
Üç katlı bina:
“Sen hele benim odalarımı bir gör öylesine…”
Cami bir kahkaha atarak üç katlı binanın sözünü tamamlamasına izin vermedi.
Binanın sesini kesebilmenin keyfiyle de: “Odaları varmış” diyerek sözüne devam
etti:
“Ya benim iç bölmemin genişliği? Bu köyün nüfusunun iki katını alabilirim. Hani
bazıları ‘Bu kadar büyük caminin buraya ne gereği var. Bir şeyler yapacaksanız
biraz da okula yapın.’ diyenler de oluyor. Ama onlar kıskançlıklarından ve
inançsızlıklarından ne söyleyeceklerini bilemiyorlar. Bakın şu kubbeme. Böyle
muhteşem bir şey gördünüz mü? Halılarıma bakın. Tek parça ve boydan boya, özel
ısmarlanmış. Ya avizelerim? Onları bir görmelisiniz. Avizele-rimin aydınlatması
gecenin karanlığını rengarenk aydınlatan, havai fişeklerini kıskandıracak kadar
güzel görüntü veriyor. Kısacası güzelliğime söz olamaz. Ayrıca benim mistik
havam tüm değerlerin üzerindedir.”
Cami üstünlüğün kendinde olduğunu düşünerek sustu. Üç katlı binanın vereceği
tepkiyi bek-lemeye başladı.
O sırada caminin susmasını fırsat bilen köy konağı sürpriz bir şekilde sohbete
karıştı:
“Hele şunlara bakın! Çok fazla gururlandınız. Havanızdan da geçilmiyor.
Kendinizle o kadar ilgilisiniz ki çevrenizdeki değerleri görmüyorsunuz.
Gözleriniz o kadar kör olmuş ki bendeki değeri görmeniz mümkün değil. Bakın ben
bu köyün en önemli yapısıyım. Köye gelen misa-firlere yataklık edeceğim. Bunu
anlayabiliyor musunuz?”
Çevresini şöyle bir süzdükten sonra söze ne kadar iyi başladığını düşünerek,
“Sanmam ” de-di. Sonra da konuşmasını sürdürdü:
“ Bakın misafir diyorum size: Konukseverlik, gelenek, görenek ama siz ne
anlarsınız bu de-ğerlerden. Ben Türk insanının konukseverliğinin aracısı
oluyorum. Bu arada iki katlı olduğu-mu da anımsatmak isterim.”
Üç katlı bina alaycı bir tebessümle:
“Köye gelen misafirlere yataklık edecekmiş. Sen bu köye yılda kaç misafir
geldiğini biliyor musun? Topu topu yılda beşi geçmez. Onlar da köyde kalmaz.
Olsa olsa sen muhtarın ara sıra kapısını açtığı bir yapı olursun. Bu halinle
birkaç yıl sonra dökülüp gideceksin. Sonra da adın virane olarak anılmaya
başlayacak.”
Köy odası bu sözler karşısında incinmişti. Ses tonunu biraz artırarak:
“Ben şu anda bana verilen değeri bilirim. Muhtarla öğretmenin konuşmasını
dinledim. Köy odasını yapmadan okula bakamayacağını söylüyordu. Benim köy için
ne kadar önemli oldu-ğumu anlatıyordu. Ayrıca yapımıma harcanan paranın devletin
parası olduğunu da belirtmek isterim. Şu anda üzerimde de üç işçi durmadan
çalışıyor. Ayrıca köyün gururu olduğumu da söyleyebilirim.”
Okul, bütün bu konuşmaları ses çıkarmadan dinliyordu. İçinden sohbete katılmak
geçiyordu. Ancak buna bir türlü cesaret edemiyordu. Yapıların böbürlenmeleri
karşısında söyleyecek bir söz bulamıyordu. Aslında yüzlerce öğrencinin eğitimine
aracılık ettiğini, eğitim öğretimin en yüce değer olduğunu, insanın
insanlaşmasına olan katkısını gururla anlatabilirdi. Ayrıca onla-ra kendilerinin
mistik, gelenekçi ve bireyci yaşama hizmet ettiklerini söyleyebilirdi. Ancak
bunu yapamıyordu. Kafası karma karışıktı. Değer neydi? Önem neydi? Onlara soyut
bir de-ğerden mi söz edecekti? Kendinin değerli olduğunu nasıl düşünecekti? İşte
durumu ortadaydı. Ayakta zor duruyordu. Yapılış tarihini bile hatırlamıyordu.
Bütün sıvaları dökülmüş, aydın-lanması için elektik bile bağlanmamıştı. Bahçe
duvarları yıkılmış olmasına rağmen bir tek taş koyan olmamıştı. Bırakın duvarına
taş koymayı, bahçesinde dikili tek bir ağacı bile yoktu. Bu güne kadar ne
köylüden nede devletten bir ilgi görmüştü. Bu haliyle bir değer olduğunu nasıl
söyleyebilirdi? Söylese de buna kim inanırdı? Haydi inandırdı diyelim. Peki buna
kendisi na-sıl inanacaktı? Başkasının inandırması kendisinin değer olduğunun
kanıtı olabilir miydi? Köy-lüden ve devletten görmediği değeri kendisinde nasıl
görecekti?
Umutsuzlukla öğretmeni taradı gözleri. Umuda dair bir kıvılcım mıydı aradığı?
Öğretmen halen kapısının önünde duruyordu. Taş kesilmiş gibi hiç kımıldamadan
uzaklara bakıyordu. Kim bilir neler düşünüyordu? O da mı umutsuzdu o da mı değer
karmaşası yaşıyordu? Yaşa-mından kaç öğretmen geçtiğini düşündü bir an, ama
çıkaramadı. Hepsi de kendi çabalarıyla yapımı onarmaya çalışmıştı. Tek ilgiyi ve
sıcaklığı da onlardan görmüştü. Bu yeterli bir gurur sayılabilir miydi?
Beklide... Peki ya öğrenciler? Onların sıcaklığı, okul sevgisi, gülüşleri, bah-çesinde
cıvıl cıvıl oynamaları yeterli değil miydi? Gururlu başı dik olmak için yetersiz
şeyler miydi bunlar? Belki de yeterliydi. Ama… İçindeki hüzün bir kat daha arttı
işte.
Öğrenciler gülüşmeye ve oynaşmaya başlamıştı bile. Çocukların gülüşmeleri bir
sancıya dö-nüşüyordu içinde. Yağmur damlaları ile gözyaşları birleşerek yüreğine
akıyordu. Kovaya, masaya yere… Gözleri sisi aradı. Sis ormanın içerisine doğru
çekiliyordu. Sisin ormanın içle-rine doğru çekilişini izlerken, yüreği bir kez
daha burkuldu. Dudaklarından belli belirsiz söz-cükler döküldü:
“sis, sis !”
Yapıların gülüşmeyle karışık gururla bezenmiş sohbetleri devam ederken, okul
çekilen sise bir kez daha bakarak iniltiyle mırıldandı:
“Gitme, gitme beni ört ! ”
Okul böylesine umutsuzluk ve karamsarlık içerisindeyken: öğretmen içeriye girdi.
Çocuklar içeride damlaları oyun haline getirmişlerdi. Birbirleriyle
şakalaşıyorlardı. “Şıp, tıp, pıt” diye. Öğretmen de oyuna katıldı şıp, tıp, pıt.
Okulun içi kıpır kıpırdı.
Öğretmen:
“Bakın çocuklar,”dedi. “Yağmur suyu tahtaların arasında birikiyor ve sonra bir
kısmı tutuna-mayarak hızla aşağıya iniyor. Biz bu su kümesinden kopan suya damla
diyoruz. Eğer yer çe-kim kuvveti olmasaydı sizce…”
Okulun yüzüne bir gülümseme yayıldı. Öğretmen öğrenci iletişimi arttıkça
içindeki sıkıntı heyecan ve coşkuya dönüştü. Karamsarlığıysa umuda… “İşte” diye
mırıldandı “işte değer, en değerli varlıklarımız geleceğimiz çocuklar. Benim
bağrımda yeşeriyor. Değerim birileri tara-fından bilinmese de gelecek benim
bağrımda şekilleniyor,”diyerek başını dikti. Diğer yapılara baktı. Küçümseme
yoktu bakışlarında, ama bir parıltı bir güven vardı.
Seslendi yapılara:
“Hey arkadaşlar…”
(Şirince'den Not: Bu öykü “Şirince Damar” Şiir, Öykü ve
Deneme Yarışması'nda 'Övgüye değer" bulunmuştur.)
Yazıcıya Uygun Sayfa
Tavsiye Et
Copyright © Şirince Paylaşım Tüm hakları saklıdır.