Canan Al
Adı sanı belirsiz bir rüzgar, ant içmiş gibi yerle bir etmek istiyordu her yanı. Sonbaharın döktüklerini alıp götürüyordu destursuzca. Şimdi nereden çıkmıştı bu kıyametin bütün alametlerini doğanın üzerine bırakan rüzgar. Altın rengine bürünmüş, ağacın çevresini hazinelere boğan , bu çil çil sarı yapraklar, içlerindeki rengi kaybetmiş, oradan oraya uçuyor; taşların suratına çarpıyor; oradan göç edip kimisi yere kimisi de henüz yere düşmeden dağılıp yok oluyordu rüzgarın kollarında. Uzaktan bakan bu yaldızlı yaprakların çil çil altın olduğunu zanneder ve rüzgarın zulmüne aldırmadan ona doğru koşmaya başlar, kendini o kuru yaldızlı yaprakların üzerine atardı.
Ama ortalıkta kimse yoktu; mızıka çalan, yoksulluğun abidesi gibi dolaşan bir
çocuk ile şarkı söyleyen bir kızdan başka. Suratlarında patlayan rüzgar,
kıpkırmızı kesmişti bedenlerini. Güne doğru açılan bir çiçek gibi yüzlerinde
hüzün açıyordu. Rüzgar, kızın ağzından dökülen kelimeleri sayıklar gibi
vuruyordu suratlarına. Ne dediği anlaşılmayan rüzgarın uğultusuna yenik
düşüyordu; kızın sesi ve küçük çocuğun mızıkasından çıkan hüzünlü ritim.
Canlarını acıtan ne varsa namelere döküyorlar ve içlerinde devinip gezen,
kıyamet gibi yaşantılarını bu namelere sığdırıp sese, ete kemiğe
büründürüyorlardı. Kızın sesi, oğlanın mızıkası talip olmak istemedikleri
yaşantının yankısıydı, direnişiydi. Şangır şungur birden bire önlerinde
patlayıveren bu rüzgara ikisi de çok kızıyordu şimdi. Belliydi kışın erken
geldiği ve yine belliydi bu sene de kışın çok sert geçeceği.
Artık tek tük kelimeler dökülüyordu kızın dudaklarından:
"Tanrım…şimdi olmaz. Geç kaldık. Bir evcilik oyununa.”
Üşüyen parmaklarını, yumrukları arasında sıkıştıran, yaşından biraz daha büyük
gösteren kız, ön üç ön dört yaşlarında, artık sesini rüzgarın içine bırakmaktan
vazgeçti. Rüzgarda yitip giden sesini, artık kendisi de duymaz olmuştu.
Bilincinde ve yüreğinde devinen ne varsa hepsini kendisine saklamaya karar
verdi. Nasıl olsa gün gelecek, dışa vurulacaktı bunlar.
Ortalıkta kalmış bir hüznün tanısıyla yanında hala mızıka çalmağa devam eden
küçük serseriye baktı. Hüznün suskunluğunu bozmak istemedi bir süre. Yüreğini
acıtan bu hüzne biraz daha seyirci kalmak gibi bir dürtüyle hiç bir şey demeden
serserinin yanında yürüyordu. Serseri, gözleri kapalı, acısıyla olağanca
içselleşmiş bir atmosferde sesin kesildiğinden habersiz mızıkasını çalıyordu.
Yorgun küçük bir savaşçının, talan edilmiş köyünün tanıklığında büzülmüş bir
askerin şaşkınlığını, çaresizliğini anlatıyordu müzik. Yada kıza öyle geldi.
Nedense bu müzik, ta köylerine olan baskını hatırlatıyordu ona. Bu ani baskın
karşısında erkeklerin, kadınların, çocukların şaşkınlığı bağrışmaları gitmiyordu
gözünün önünden. Yüreği daraldı kızın. Yanındaki küçüğe dönüp:
":Kes artık serseri” dedi. Tanrı bugün bizden yana değil. Sustur şu zımbırtıyı
da eve yollanalım. Karnımızı şöyle güzelce bir doyurduktan sonra yarın meydanda
yapacağımız tiyatro için hazırlanalım. Tanrı biliyor ya çok da açıktım. Umarım
yarın karlı bir iş çıkarırız. Tabi engel çıkmazsa.”
Küçük çocuk bir şeyler söyleyecek oldu; sonra vazgeçti. Ama bir şeyler söyleme
arzusu yeniden gelip oturdu yüreğine:
"Ama Sarmaşık, zaten bir aydan beri hazırlanıyoruz bu gösteriye. Yetmez mi? Hem
kim izleyecek bizi. Bu sokak çocuklarını kimse dikkate almayacak. Bence eve
gidince, bir güzel doyuralım karnımızı. Sonra da uyuyalım.”
Hiçbir karşılık vermedi Sarmaşık. Kim izleyecekti ki onları. Hem bu millet doğru
düzgün okumuyordu. Nerden bilecekler tiyatronun ne demek olduğunu. Kendi kendine
düşündü bir süre. Ama Salahaddin’in varlığı, onu biraz rahatlattı. Ne de olsa
Salahaddin, çok gezmiş görmüş bir adamdı. Otuzlarına merdiven dayamıştı. Oradan
oraya göçebe bir hayat yaşıyordu. Altı aydan fazla da kendileriyle birlikte
kalıyordu. Bir aydır da çocukları tiyatroya çalıştırıyor. Söyleyecekleri şeyleri
bir güzel ezberletiyordu.
Arka sokakların çıkmazlarında bir yerlerde, yokuş üstü bir mahalledeki bir
duvarı eksik evlerine geldiler. Naylon örtünün altından içeri sızan rüzgar, çok
fazla üşütüyordu bedenlerini. Ama hiç birisi umurlarında değildi. Altı beden,
yarın yapacakları tiyatroyu düşünüyordu. Acaba başarabilecekler miydi? Şuan
karınlarını doyurmuş olmanın mutluluğuyla altı soluğun, birbirine karışmasıyla
uykuya daldılar.
Meydandan gelip geçenler mızıkanın sesine durup bu altı kişiyi seyrediyorlardı.
Hava da düne göre kırılmıştı biraz. Bugün Tanrı onlardan yanaydı. Mızıkayla
insanların dikkatini çekmeyi başarmışlardı. Müziğin tam ortasında birden gür
bıyıklı, yakışıklı cinsten biri atıldı ortaya. Salahaddin’di bu. Derin bakan
gözleri kararlı bir bakış fırlattıktan sonra iki elini, çevrelerinde toplanmış
halka doğru açıp konuşmaya başladı:
"Şimdi burada bir tiyatromuz vardır ki. Evlerde kurulan sohbetlerden, Sazlı
sözlü toplantılardan daha vahimdir. Ve de önemlidir. İşte şimdi gördüğünüz şu
küçük adamlar, izin verirseniz size bir temaşa gösterecekler ki küçük
dillerinizi yutacaksınız.”
Salahaddin, daha önceden tecrübeli olduğu için paraları peşin toplamaya başladı.
Başındaki başlığı çıkarıp:
"Evet efendiler! Şimdi ellerinizi sıcak ceplerinize sokun ki az sonra bizim de
ellerimiz ısınsın. Haydin az sonra temaşa başlayacak, bu küçük adamların ne
büyük adamlar olduğunu göreceksiniz.”
Paraların elindeki küllaha birer bire dökülmesi çocukları daha bir
heyecanlandırdı. Ya başaramazsak diye bir korku saplantı yüreklerine.
Temaşa başladı.
Bu arada halk arasında merak içindeki tartışmalar da son buldu.
Sarmaşık diz çöküp ağlar bir vaziyet aldı. Önüne düşen saçlarından görülmeyen
yüzünden kendinden hiç te beklemediği bir konuşma yaptı.
"Tanrım! Bu zulmünü kaldır üzerimizden. Açlık, sefalet kaderimiz olmamalı.
Şimdi adaletini göster. Yanındaki Tanrılara sesimizi duyur.”
Bu sıra da küçük serseri, annesi rolündeki Sarmaşığın yanına gitti ve diz çöktü.
Ellerini saçlarında gezdirerek ağlar bir sesle konuştu.
"Tanrılar bizi unuttu. Bin yıldır bu böyle anne!” Ne diye sızlanıp duruyorsun!”
Birden baba rolündeki Selahaddin girdi sahneye ve oda tok bir sesle konuştu.
"Çocuk doğru söylüyor ne sızlanıyorsun öyle! Tanrı, bizi duymuyor. Korkarım
yaşlılıktan kulakları ağırlaştı.”
Bu sırada halk arasında kımıldanmalar, sesler yükselmeye başladı.
Kimisi:
“Haşa, haşa” diyor. Ve küçük adamları, zındıklıkla suçluyordu. İşte halk
şimdiden birbirine girmeye başlamıştı.
"Bunlar, Allah’a küfür ediyor.”
"Haşa, haşa.”
“Toplumun ahlakını bozar bunlar. Konuşturmayalım.”
"Yok canım, doğru söylüyorlar. Sefalet içindeyiz. Tanrı duymuyor bizi.”
“Ne diyorsun sen, Be adam! Kendinde misin? Dinimize küfrediyorsun.”
“O kadar yağmur duasına çıkıyoruz bir damla yağmıyor işte. Tanrı bizi duymuyor.
Duysaydı, kuraklıktan topraklarımız çatlamazdı. Koyunlarımıza kıran girmezdi.”
Halk kendi arasında tartışmaya devam ederken küçük adamlar gösterilerini de
devam etmeye çalışıyorlardı. Fakat biraz korkmuşlardı. Bu korku içersinde yine
de oyuna devam ettiler. Diğer çocuklar gelip ailenin etrafında halka
oluşturdular. Bu halka tutsaklığı temsil ediyordu. çaresizliği, kendi
çizgisinden dışarıya çıkamayan insanları….”
Halkanın içinde kalan ailenin zincirini Sarmaşık, kırdı. Ayağa kalktı oturduğu
yerden. Ayağa kalkar kalkmaz halkanın dışına taştı; kenetlenmiş elleri
birbirinden ayırıp şöyle bağırdı:
"Kırın zincirinizi. Kaderinizi bağlamayın. Şimdi Tanrıyı adaletli olmaya davet
ediyorum.”
İşte bu sırada kıyamet koptu. Halktan biri telaşla bağırdı:
"Tutun şu kafirleri de onlara hak ettikleri cezayı verelim. Allah’ a küfür
nasılmış tatsınlar. Bakalım o zaman böyle konuşacaklar mı?”
Halk yine birbirine girdi. Bir curcuna başladı. Birkaç kişi küçük adamlara
saldırdı. Birkaç kişi de korumaya çalıştı. Diğerleri de birbirine düşmüştü.
Sonunda kendilerini kadının önünde buldular.
Herkes tek tek konuştu. Sıra sarmaşığa geldiğinde kadı, halkın bir çoğunu evine
göndermişti bile. Sarmaşık:
"Biz” dedi. “kötü bir şey yapmadık. Biz sadece bir oyun sergiledik. İstedik ki
insanlarımız, kadere boyun eğip kalmasın. Bu kaderi değiştirsin.”
Kadı aldı burada sözü.
"Ama siz Allah’a küfretmişsiniz. Allah’a küfür devlete küfürdür. Bilmez
misiniz?” Selahaddin’e döndü. Sen, ne doymaz adamsın! ki kaç kere sürgün yedin
de yine de rahat durmadın.”
“Kadı hazretleri, bizim görevimiz sadece halkımızı aydınlatmaktır. Doğru yola
getirmektir. Haksızlığı...”
Bunun gibi bir çok şey saydı. Ama kadı sözünü kesti. Onlara güzel bir nutuk
çektikten sonra salıverdi onları; bir daha böyle şeyler yapmamak koşuluyla. Ama
onlar uslanmadı. Bu sefer gizli yerlerde, onları kabul eden,destekleyen evlerde
oyunlar sergilemeye başladılar. Hatta kendilerinden sonraki nesillerin bunu
meslek edinmesini sağladılar. Onlar yine karınları aç bi aç dolaştılar ama
çağlarında kendi topraklarında yeni bir yaşamın öncüsü oldular.
(Şirince'den Not: Bu öykü “Şirince Damar” Şiir, Öykü ve
Deneme Yarışması'nda 2. olmuştur.)
Yazıcıya Uygun Sayfa Tavsiye Et
Copyright © Şirince Paylaşım Tüm hakları saklıdır.