Sevda Akdağ Kuran
Memet ipin ucunda sallanan irice üç alabalığı karısının eline tutuştururken bakışlarını bahçenin en serin, en gölge köşesinde, tahta sedirin üzerinde oturan nenesine kaydırdı, gülümsedi. Ama yüzünde yaşının, görüp geçirdiklerinin, adeta bir kanıtıymışcasına oluşmuş sayısız çizgileriyle yaşlı kadın onun bu gülümsemesine karşılık vermedi. Aksine gözlerinde, kırılgan, acılı bir bakış yüzünü öbür tarafa çevirdi. Bu anlamlı baş çeviriş aslında kendince çok şey anlatıyordu. Anlatırdı...Nenesi gibi gerçek yaşını artık kimsenin bilmediği yaşlılıktaki kürt kadınları başı öyle kolay kolay öbür tarafa çevirmezlerdi. Ya da zaman zaman laf olsun diye çevrilen başla apayrı şeyleri anlatırdı. Yılların, acıların bileşkesinde dokunmuş bir resim, söylenecek en son söz, verilecek en sert cevaptı bu baş çeviriş.
Suçunun ayırımında, baş çevirişi hakettiğinin farkında olmanın sıkıntısı
dakikasında çöreklendi Memet´in içine. Sıkıntı dayanılmaz bir hal aldı. Oysa
kolay altedilecek bir adam değildi. Ciddiydi, katı ve sertti. Kendince kuralları
atalarının koyduklarıyla birebir örtüşmese de aşiretine, soyuna sopuna, “nıfş”
ına ters düşecek bir ameli olmamıştı. Nenesinin acılı yüzü, hüzünlü bakışları
aklına geldi. O yüz, o bakışlar birer çelik mengene olup göğsünü, boğazını
sıkmaya başladı. Bir yandan gömleğinin düğmelerini açarken bir yandan da elinde
balıklarla içeriye yönelen karısının ardından seslendi.
–Dışarıda temizleme ben içeri su getiririm büyük leğende temizlersin.
Karısı dönüp “olur” anlamında gözlerini yumdu. Belli ki Memet´in ne demek
istediğini çok iyi anlamıştı. Nenesinin konuştuklarını anlamamasını istediği
zamanlarda karısıyla hep türkçe konuşurdu. Zaza kürtlerindendiler.Bey
sülalesinden geliyorlardı. Hani bir çok insan dedem falan paşa, filan sadrazamın
sülalesinden geliyorum, büyükannem “saraylı” imiş diye anlatır ya kürtlerde bu
az, çok azdır. Çünkü kimin aga, kimin bey olduğu bütün aşiret, bütün köy, bütün
yörece bilinir. Bunu söylemek; Ben beyim, ben ağayım demek beyliğin, ağalığın
ağırlığına sığmaz, onu küçültür. Bir de yokluk, yoksulluk. Memet aslında bir
“bey” torunuydu. Ama bunu bu günkü haline bakarak söylemek biraz tuhaf, biraz
saçma kaçıyordu. Her ne kadar köyde gene de hatırı sayılır miktarda toprakları
varsa da o en çok da çocukları okusun diye çekip Elazığ´a gelmişti. Köydeki malı
mülkü küçük kardeşlerine teslim etmiş, onlarda her yıl ekip biçilenden payına
düşeni getirip bırakıyorlardı. Buğdaysa buğday, cevizse ceviz, peynir, yağ,
çökelik ve gurut.
Yaşı elliyi geçmiş Memet Elazığ´a ilk geldiği zamanlar bir çok köylüsünün
yaptığı gibi “baltacılık” yapmış, baltasını sırtına atıp mahalle mahalle
dolaşarak kışlık odun kırmış, oldukça ağır ve yorucu olan bu işin ardından
Elazığ Çimento Fabrikası´na işçi alındığını duyduğunda gidip fabrikaya girmişti.
Neredeyse 25 yılı bulmuştu göç ediş. Çocuklar okumamışlardı. Büyük kızı kendisi
istememişti okumayı. Oysa Memet en çok da onun okumasını isterdi. Köyde
oturdukları zamanlar bir gün Elazığ´a gelmiş trenle Palu´ya dönüyordu.O zamanlar
bir kaç saat süren tren yolculuğunda kompartımanı gencecik bir öğretmen kız ve
babasıyla paylaşmıştı. Kız elindeki gazeteden babasına masal okur gibi haberleri
okuyordu. Gazeteler baştan sona Yassıada yargılamalarının haberleriyle doluydu.
Kız haberi okuyor ,ardından babasının anlamadığı yerleri durup detaylıca
anlatıyordu. Adını, soyadını, adresini zor bela yazıp, büyük harfleri
heceleyerek okuyabilen Memet de can kulağıyla dinliyordu. Bir çok Palu´lu gibi o
da Menderes hayranıydı. Gazyağını, Vita yağını, yolu, suyu onunla tanımışlardı.
“Dÿndik” denilen minicik kandiller kullanıyorlardı aydınlanmak için. içinde bir
tür yağla ıslanmış bir fitilin bulunduğu bu el kadar alete türkçede yağdanlık
diyorlardı. Işığının kendine faydası yoktu. Uzun kış akşamları karanlığın
hakimyetinde bir tür yarım yaşantıydı. işler karanlık basmadan aceleyle
bitirilmek zorundaydı. Hele de ev işleri. Ama el işi yapan kadınlar sanki bu
karanlığa isyan edercesine dındik ışığında, akşamları örerlerdi çorapların,
eldivenlerin, atkıların çoğunu. Hele genç kızlar içlerinde iğne oyası yapanlar
bile vardı. Gene de bütün o karanlığa rağmen, gözlerin aşırı örselenmesine
rağmen, 80´ine merdiven dayayan köyün “pirikleri” ipliği iğneye “Saplamak ta”
zorluk çekmezlerdi. Gözlük mü? Adı duyulmamıştı bile. Gözlüklü birini
gördüklerinde biyonik adam görmüş gibi oluyorlardı. Ama sonra...Sonra Menderes
geldi. Ardından o bir teknoloji harikası gaz lambaları ve gaz ocakları...Gaz
lambasının ve gaz ocağının en çok ışığını ve ateşini istedikleri miktarda
azaltıp çoğaltabilmelerini sevdiler. Elinle minicik bir tekerleği çeviriyorsun
hop kocaman ışık. Ama gaz yağını idareli kullanayım ya da fazla ışık rahatsız
etti diyorsan geriye çeviriyorsun tekerlekciği al sana daha az ışık, biraz daha
geriye daha az ışık, biraz daha...Gaz ocağı da öyle. Her ne kadar onu gaz
lambasından çok çok sonra evlerine soktularsalar da. Çünkü ocaklarının sıcağını
ve pişirdiklerinin lezzetini kolay kolay başka şeye değişmeyeceklerdi. Ama
Elazığ a çalışmaya gidenlerin getirmesiyle önce bir iki ev ardından bir çok ev
gaz ocağına da “ısınacaklardı.” Bir de Menderes aşiretlerinin büyükleriyle,
şeyhleriyle çok iyi ilişkiler kurmuştu. Onlara değer veriyordu. Adamlar ta
Ankara´dan kalkıp aşiretlerinin ocaklarına, şeyhlerinin dergahlarına kadar gelip
tanışıyor, Ankara ile ilgili bir dertleri var mı diye soruyorlardı. “Gavur” u bu
topraklardan attıktan sonra unutulanları ilk kez birileri hatırlıyordu. Gavuru
kovduktan sonra kaç kez kavga edip, ezilip, sürülüp, küstükleri taraftan
birileri ilk kez gelip, el uzatıp, barışalım diyordu. Hele de bu elde yol, su,
ışık, sağlık ocağı ve ebe varsa hiç düşünmeden tutmuşlardı. Ama şimdi o da
gidiyordu. Bu onun mu yoksa kürdün kadersizliği miydi anlayamıyorlardı.
Kadınlar, erkekler heyvah...heyvah...edip duruyorlardı ama nafile!O bir türlü
barışamadıkları felek – kader ikilisi gene bir olmuş oyununu oynuyordu.
Asacaklardı Menderes´i.
ìşte o tren yolculuğunda babasına ve Memet´e biraz da hüzünle haberleri anlatan
o öğretmen kıza hayran kalmıştı. Memet sormadan yaşlı baba biraz da gururla
anlatmıştı.
– Kızım okudu öğretmen çıktı, Palu´da görev yapıyor. izine gelmişti tekrar
yerine götürüyorum.
Memet´in iki oğlu vardı o zamanlar ve karısı hamileydi. Elini yanağına koyup
trenden dışarıya, dışarıdaki ağaçların tepelerine dikmişti gözlerini. Hepsi de
ışığa ve göğe ne kadar yakın ve görkemliydiler. Hele ara sıra önünden geçip
durdukları kavaklıklar ne kadar kendi başlarına buyruk ve yüksektiler. “Eğer
Gülizar kız doğurursa onu öğretmen yapacam.” Diye içinden geçirip durmuştu.
Sonra Menderes idam edilmiş, yarımyamalak okumasıyla Memet ona dair haberleri
hep ağızdan ağıza, kulaktan kulağa duymuş ve bir kaç yıl sonra da pılıyı pırtıyı
toplayıp evi Elazığ´a taşımıştı. Gülizar o bir kaç yıl içerisinde bir kız bir
oğlan daha doğurmuştu. Dört çocuk babasıydı şimdi. Bu sayı gelen 4 yıl
içerisinde bir kız ve bir oğlanın daha eklenmesiyle altıya çıkacak ve yaşı kırkı
çoktan geçmiş Gülizar´ın adetten kesilmesiyle de altıda kalacaktı. Ama Memet
ikinci kız doğana kadar içine düştüğü huzursuzluğu kimseye belli etmese de
Gülizar anlamıştı. “Tek kız” huzursuzluğuydu bu. “Aynen tek kız olan halam Atike
gibi.” Diye iç geçiriyordu. Hiç büyümemiş, hep 14 yaşında kalmış, hep dibini
boyladığı Murat´ın sularına batıp çıkarak, en çok da annesinin yani Memet´in
babannesinin yüreğini 80 yıldır kavuran Atike gibi. Ama Gülizar sonuncuyu kız
doğurarak tek kız korkusundan Memet´i kurtarmıştı. Tek kızlar onlarda çok
kıymetlidir. Narin bir çiçek gibi bakılır, bir mücevher gibi saklanır
gizlenirler. Babanın, annenin, gardaşların gözbebeğidirler. Bu hele de bir bey
kızıysa değer beş – on misline katlanır. Onun bindallısı bir başka parlar,
kınası bir başka kırmızıdır, saçları bir başka taranır, sırtı bir başka
liflenir. En güzel en uysal ata o bindirilir, Palu´ya gidildiğinde ilk önce onun
için kumaşlar, onun için takılar bakılır. Evlendirilip gitmesinde (yüzünün
akıyla) düğün dernek oğlan evinedir. Baba evi “ölü evi” gibidir. Ardından
günlerce ağlanır, günlerce boş yatağına bakılıp göz yaşı dökülür. Ama gittiği
yer zulüm de etse dövüp sövse de artık sahip çıkılmaz. Çünkü o bir kere
gitmiştir yani ölmüştür. Ölüler geri dönemez ait oldukları yerde cehennem azabı
da çekseler kalmak zorundadırlar. Belki de bunun için tek kız kıymetlidir. Bütün
kızlar için bu böyledir aslında ama tek kız için daha başkadır. Bu başkalık
yerini dolduracak bir başka kızın olmayışıdır. Sevgisi öyle yarım, öyle kısa
yıllar boyu asılı durur baba ocağında.Göze görünmese de her iç çekişde yüreğe
süzülendir.
Memet babası ve annesinin ölmesine rağmen yaşı yüzü çoktan geçmiş nenesinin
güçten düşmesi haricinde hemen hemen ciddi hiç bir rahatsızlığı olmadan halen
daha yaşamasına şaşıyordu. Köylülerinin bir çoğu “acı yaşatıyor onu.”
Diyordu.Önceleri herkes biliyordu Atike´nin öyküsünü sonra bir kuşak neredeyse
tümden toprak olmuş ve unutulmuştu bu hazin öykü. Aslında on yıllar boyu yavaş
yavaş herkes unutmuştu. Babası, abileri, amcaları, teyzeleri, yeğenleri. Bir tek
anası unutmamıştı. Hele bu son bir kaç yıldır eve aldıkları o sinema aletinde
akşamları konuşan o sarı kızı gördükçe daha bir hatırlar olmuştu. Sarı uzun
saçları, bir sarı gülün açılmış güzelliğindeki yüzü, o yüzdeki gözler, dudaklar,
ille de dudaklar. Atike´si sanki o sarı sinemacı kızın önündeki kağıda bakıp
bakıp konuştuğu akşamlar Murat´ın sularından bir peri kızı gibi silkinip
çıkıyor, 14 yaşının masumluğuyla televizyon ekranını dolduruyordu. “Daye”
diyordu. “Beni niye korumadın, beni niye kurtarmadın daye.” Diye soruyor, sonra
devam ediyordu.
– Zalim Fırat´a göre sessiz, uslu, nazlı akan Murat sizin bildiğiniz gibi değil.
Suları çok karanlık ve soğuktu ana. Başım suya bir değdi ödüm koptu. Anam olsun
istedim yanımda. Elimi tutsun istedim.Ölüm bu son saniyelerde bu kadar korkunç
görünmesin, sular bu kadar ağır ve karanlık olmasın istedim. Yoktun...Sen
yoktun...Daye...Dayeee...
Her akşam o kalın camın ardında o Gulazer (Sarı gül demek. Adını sarı gül
koymuştu haber spikeri kızın.) çıktı mı duymayan kulakları duyuyor, az gören
gözleri gençliğinin gözleri olup camın üzerindeki bütün çizgileri tek tek
seçiyordu. O çizgiler, renkler dağılıp, bölünüp, birleşip Atikesi oluyordu.
Sonra...Sonrası gene baş çeviriş, gene gözden akamayan yaşın yüreğe kan gibi
damlaması, gene başa çaresizce dayanan el, gene hüzün ve keder.
Atike beyin tek kızıydı. Palu beylerinden Koç Ahmet Bey´in tek kızı.Bey
çocuklarını çok severdi ama Atike bir başkaydı. Her sabah kendi elleriyle
tarardı saman sarısı saçlarını. Bu tarayış bir ibadet gibiydi bey için.Bir
kutsal ayin. Beyin kalın kaşları yukarı kalkar, masmavi gözlerini dumanlı bir
bakış kaplar, kalın bıyıkları belli belirsiz titrerdi. Gözleri Murat´ın suyu
gibi çakım çakım çakır olan biricik kızının Acem´in kaçak ipek kumaşından daha
parlak, daha yumuşaktı. Ona baktıkça ömrüne ömür katılıyor, yüreği ferehlayıp
yılların altında ezilmiş “bey” gövdesi hafifliyordu. Atike beyin gözünün ışığı,
evin soluğuydu. Bunu bütün aşiret bilir, Atike bir ceylan gibi köyün içinde
sekti mi bütün gözler “aman Allah´ım koru onu” diye telaşla açılırdı.şimşir
tarak Atike´nin saçlarında bir huzurlu, dingin ezgi söyler gibi dolanır, baba ve
kız o anın keyfini etrafa, kurda, kuşa, ağaca, suya dağıttıkları huzurlu
bakışlarla yaşarlardı. Sonra bey Atike´sini gene en sevdiklerinden olan, eşi
benzeri az bulunur atına bindirir, kendisi atın kolanı ellerinde, aslında bir
beye hiç yakışmayacak bir durumda yani yürüyerek, Murat´a atı “suvarmaya”
götürürdü. Bu her sabah, her gün, yıllardır böyleydi. Ama öyle zamanlarda, öyle
yerlerde yaşıyorlardı ki huzur hep kısa süreli, sevgiler hep acılara gebeydi.
Bir gün, o uğursuz gün karşı köyün ağaları Atike´yi istemeye geldiler. Atike
daha 14´ünde, beye göre küçük, töreye göre zamanı gelmiştir. Bey bu dinlemez
töre filan. Aslında töre de kanun da onun sözüdür. Kızımın yaşı küçük, daha
erken deyip başından savmayı kurmaktadır kafasında. Kürt kilimleri, kıl
palazlarla kaplı kocaman odada, iki taraflı serili döşek kalınlığındaki yer
minderlerinde sırtını halı yastıklara dayayıp en başta oturan beyden sonra
sağlı, sollu köyün yaşlıları, aşiretin ileri gelenleri ve kızı istemeye gelenler
oturmaktadır. Onlar da ağadır, beydir. Bey tam ağzını açacakken hiç ama hiç
beklenmedik bir şey olur. Atike bir ceylanın seriliğinde dalar odaya. Babasının
karşısına dikilip konuşur.
– Ben daha küçüğüm baba beni bunlara verme.
Bey dingin, sakin döner odadakilerine “Kızımı duydununz, daha küçük. Benim
verilecek kızım yoktur.” Der. Der demesine de kürtlerin tarihinde bir ilk
yaşanmaktadır. Bin yılların karşısında incecik bir dal gibi duran Atike bir
kayayı değil bir dağı yerinden oynatmıştır. istemeye gelenler boyunlarını büküp
homurdanıp giderler. Ertesi gün her zamanki gibi sabah erkenden kalkılır. Bey
tarar kızının saçlarını yeni doğan güneşin ilk ışıklarının parlaklığında. Sonra
Atike ata bindirilip Murat´ın yolu tutulur. Murat´a atını, hayvanını suvarmaya
götüren bir tek bey değildir. Gerisini diğerleri anlatır on yıllar boyu:
Bey Atike´yi yavaşça, kırılacak, narin bir eşyayı indirircesine yumuşak
hareketlerle indirir attan. Sonra başı önünde konuşmaya başlar. ”Ben koskoca bir
beyim. Sen nasıl benim önümde, aşiretin önünde öyle konuşursun. Ben seni zaten
vermeyecektim.” Atike ses çıkarmaz. Sadece Murat´ın kıyısında durur, sırtını
babasına döner. Bilir, eğer yüzünü dönse babası yapamayacak yapması gerekeni.
Kendisi de yapamaz. Çünkü bey babasınındır o hak. Aşiret önünde beyliğin
ağırlığı böyle korunmalı, böyle dediği dedik yaptığı kutsal olmalıdır.
Başını usulca kaldırıp karşı kıyılara, o kıyılar boyu sıralanmış dağlara son kez
bakar. Bu dağlar böyle yan yana durmuş, yüksek ve geniş göğüsleriyle kimi binbir
çiçeğe, kimi meşe ve palamut ağaçlarıyla kaplı yamaçlarında çeşit çeşit
hayvanlara, ille de ceylanlara ev sahipliği yaparken, Murat kıyı boylarında nice
toprağa, ağaca, kurda, kuşa ve insana can verirken neden kendisine,
Sarıgül´lere, Elif´lere, Şirvan´lara ölümü sunsundu. Neden güneş alabalıkların
pullarını elmas gibi parlatırken bir genç kızın soluksuz, soğuk bedenini
ısıtamasındı. Neden her gün, her gece dualarıyla andıkları o şeyhler, o pirler
onlara bu kadar uzak ve sessizdiler. Atike bir sormaya başlasa ne kadar çok
sorusu olacaktı. Oysa sormaya vakti yoktu. Derin bir iç çekti. Bu son iç çekişle
karşı kıyıdaki meşeliklerin, palamutların yeşilini gözlerine, ciğerlerine çekmek
orada sonsuza kadar kendisiyle birlikte uyutmak istiyordu. Dağların uzak
yamaçlarında uzak ve tek ağaçlar ilişti gözlerine. Oldum olası köklerinin yarısı
dışarıda, yarısıyla da tutundukları yamaç başlarında umutsuz bir yaşam
mücadelesi veren “tek ağaç” lara içi sızlardı. Her gün, her an yok olmayı bekler
gibiydiler. Oysa dalları herşeye rağmen yemyeşil ve göğe uzanmışlardır. şimdi
kendini acıdığı o tek ağaçlar gibi görüyordu. Yaşam dolu yemyeşil bir candı.
Murat´ın kıyısı uçurumu olmuştu ve tek başınaydı.
Bir dal gibi titremektedir Atike. Gözlerini yummuştur. Beklediği sırtına
dokunacak baba eli değil “bey darbesi”dir ve gelir o darbe. Sular çok karanlık,
Murat çok acımasızdır. Murat´ın dibinde yüzyıllar belki de binyıllar boyu yatan
diğer Atike´ler, Gülizar´lar, Şirvan´lar, Berfin´ler, Elif´lerle buluşur. Sessiz
ve soğuk sularda sessiz ve boğuk.
íşte bunun için kızar nenesi ona her balık getirişinde. “Onlar benim Atike´min
etini yemişlerdir.” Der. “Her balıkta Atike´mden bir parça vardır. Nasıl
yersiniz”diye ilenir.
Balık demek Atike´nin bir varmış bir yokmuş yaşamı demekti. Balık demek ana
yüreğine saplanan engerekti her gün zehirini biraz daha fazla akıtan.
Memet içeride, nenesinin gözlerinden uzakta yıkadıkları alabalıkların Murat´da
tutulmadıklarını biliyordu ama gelip ruhunu teslim alan suçluluk duygusu
dayanılmaz olunca bıraktı su dökmeyi. Karısı derin bir iç çekmenin dışında ses
etmedi.
(Şirince'den Not: Bu öykü “Şirince Damar” Şiir, Öykü ve Deneme Yarışması'nda 1.
olmuştur.)
Yazıcıya Uygun Sayfa
Tavsiye Et
Copyright © Şirince Paylaşım Tüm hakları saklıdır.