Mehmet Söğüt
Kara bir bulut gibi çökmeden zalimler köylerinin üstüne, üç kardeşin üçü de çok normaldi. İşinde gücündeydiler. Kursaklarına girecek bir dilim ekmek için didinip dururlardı. Köycek çok acı çekmişlerdi. Lakin, böylesi de hiç görülmemişti. Gelen zulüm katarı vahşice her şeylerine saldırıp, kışın ortasında onları biçare bırakmışlardı.
Onlara göre dünya vicdansız, zalimler ise kalpsizdi. Bu da yetmezmiş gibi
bazı erkekleri toplayıp hapishanelere doldurmuşlardı. Mehmet’i de götürmüşlerdi
hapishaneye. İskencede kırılmadık yeri kalmamıştı. Yakılan köyüne mi yansındı,
yoksam gördüğü iskencelere mi? Ailesinden haber bile alamıyordu. Düşünüyor,
çareler arıyor ve çıkar yol bulamıyordu. O günler de başlamıştı sanrılar görmeye.
Ve gittikçe de sık sık görmeye başladı.
Mehmet, var gücüyle bağırmaya başladı: "Feleeek, yine yapacağını yaptın acılı
coğrafyanın çocuklarına. Anaların çığlığı yine yeri göğü arş-ı alemi tutmuş,
feryad-ı figaan... " diye bağırıp yüzünü gözünü korumaya çalışıyordu.
Yine yalımlar deli gibi saldırıyordu Mehmet’e. Cayır cayır, acımadan, harıl
harıl yanıyordu hem de. Yaşamını farklı bir noktaya savuran o son karelerin
gözlerinin önünde sürekli canlanması çıldırtmıştı onu. Görmemek için odanın bir
köşesine serilmiş halıya gömdü yüzünü. Gitmiyordu gözlerinin önünde o acılı
sahne, silinmemecesine tekrar tekrar canlanıyor ve canlandıkça da, korkuyor,
kuduruyor, basbas bağırıyor, depiniyor ve yerlerde yuvarlanıyordu.
Çıldırmış yalımlar ahırdan bozma odalarının yıkık duvarlarına acımasızca
saldırdı. Ceketini çıkarıp olmayan ateşi söndürmeye çalıştı. Kardeşlarini yine
asker sandı. Rastgele sağa sola yumruklar savurdu. Çevresinde gördüğü herkesi
asker sanıp saldırıyor... Gule ananın saçını başını yolduğu o son kare büyüyor
ve beynini, yüreğini parçalıyordu.
Gule ananın tek varlığı evi ile dört keçisi ve bir ineğiydi. Gelen zalimler hiç
acımadan yakmışlardı hepsini. Çığlıklar atıyor, hızla koşmaya çalışıyordu yanan
evine doğru. Erkekler zorla tutabiliyorlardı Gule anayı. Kocası ölmüş ve
çocuklarını tek başına geçindirmeye çalışan bir kadın başka ne yapabirdi ki?
Ağlamaktan başka. Dünya kör, dünya dilsizdi ve bu duruma isyan ediyorlardı.
"Öldük biz. Bu kışın ortasında ne yapacağız? Şimdi bu karda kıyamette nereye
gidebiliriz?"
Kadınların bazıları koro şeklinde bağırıyorlar, "Gelin bizi de öldürün."
Ak sakallı dedeler, " Urusu da gördük, fakat bunlarda din iman denen bir şey
yok. Leşkere Rome vicdansızdır. Vicdansız olmasalardı, gelip camimizle
değirmenimizi yıkmazlardı. Urus geldiğinde de değirmenimizle camimiz vardı.
Evet, gavur gavurluğuyla dokunmamıştı kutsal ve hayati önemi olan şeylere. "
Bir akşamüstü gelmişlerdi. Terkedin demişlerdi köyünüzü. Nereye gidebilirlerdi
ki? Hep birlikte düşünüp taşınmışlardı. Ama, akıllarına bir yer gelmiyordu ki.
Hem gitseler bile binbir güçlükle karşılaşacaklarını çok iyi biliyorlardı. İyisi
mi gitmemek, diye karar vermişlerdi topluca. Birkaç saat sonra havan topları köy
meydanına düşmeye başlamış ve çabucak toparlanıp köyün dışına çıkmışlardı.
Acılardan oluşan zincirin bir halkası düşüyor, yerine başkası ekleniyordu. Şimdi
de iskence sahnesi canlanmaya başladı. İniltilerle yere attı kendini Mehmet.
Bedeni zangır zangır titredi. Vücuduna yayılan hayeli ateşi elleriyle söndürmeye
çalıştı. Yine acılı sahne canlanıp acımasızlaştı. Bedenini sarmış olan ateşi
söndürmek için yerlerde yuvarlandı. Diğer deli olmuş kardeşinin yakasına
yapıştı.
" Bırak, dedi, bizi. Bırak yakamızı. Bizim hiç kimseye bir zararımız dokunmaz.
Biz kendimize Azraillik ederiz. Başka da hiç kimseye..."
Halil "Memo, bırak yakamı. Yakarım ben. Hem de her yeri," dedi. Kendisini
zalimlerin yerine koyuyordu. Belki de kimsenin kendilerine zarar vermemesi için
acımasız olması gerektiğine inanıyordu, kimbilir.
" Buna izin vermiyeceğim. Kötülükler silinmeli artık yeryüzünde," dedikten sonra
kahkahalar savurdu. " Silineceksiniz, " dedi, " Yeryüzünde silineceksiniz... Hem
de böcekler gibi ezilerek... Nerede kaldı şahlar, tiranlar..."
Bağırtıyla yere kapaklandı Mehmet. Can çekişen bir tavuk gibi kendini alıp
duvara vurdu. Bağırtısı gittikçe tizleşti. Artık zorlanıyordu ses çıkartmaktan.
Ademelması inip inip kalkıyordu.
Kır düşmüş sakkaları çektiği acıların üstünü örtemiyordu. Çenesinden aşağıya
akan salyaları şıp şıp yere düşmeye başladı. Gözleri yuvasında fıldır fıldır
dönüyordu. Yırtık pırtık elbiseleri kir içindeydi. Anaları yaklaşamıyordu
onlara. Kaç sefer denediyse hep saldırmışlardı analarına.
" Bırakın bizi, dedi, vurmayın. Yakmayın evimizi, yakmayın, yıkmayın ocağımızı.
Hem ne yaptık ki size. Söyle ha, ne yaptık size.?" Peşi sıra, " Vurma lanet
olasıca. Vurma," derken soluksoluğa kalmıştı. Sesi çok tizdi. Elleriyle vücudunu
korumaya çalışıyordu. Nafile, hayali tepikler, hayali joplar inip inip kalkıyor
ve acımasızca kendisine değiyorlardı. Daha önceleri çokca gördüğü iskencelerin
sanrısıyla bağırıyordu.
Boğazına çöktü zalimlik rolünü oynayan Halil’in. Sonra da çabucak ellerini
çekti. Gözlerini fal taşı gibi açarak ellerine baktı.
Bağırtılarla ağlamaya başladı. Diğer deli olan kardeşi Halil kahkahalarla
gülüyordu. Onu hiç umursamıyordu. Hiçbir şeyi duyumsayıp kavramadığı her
halinden belliydi. Elleriyle gözlerini kapattı. Ateş daha da harlanıyordu
gözlerinin önünde. Sürekli ağlayan kardeşinin acılı gözyaşları sel olup taştı.
Ağlayan kardeş acılı coğrafyanın tüm acılarını yüreğine gömmüştü sanki.
Suskundu. Canı hiç konuşmak istemiyordu. Kardeşlerinin durumunu gördükçe de
boynunu eğip daha da köşesine büzülüyordu. Mehmet ağlayan kardeşine baktı.
Hiçbir şey duyumsamadan, baktı öylece. Güneş zorlukla kirli camdan içeriye
ışıklarını saçmasına rağmen, onu rahatsız ediyordu. Gözlerini yumdu. Yine o
zalimler göründü gözlerine, çığlık attı. Ağlamayan deli kardeşine doğru hamle
etti. Halil etrafında bir şeyler arandı. Rastgele sağa sola atılmış yemek
kaplarından birini kaptığı gibi Mehmet’in kafasına yapıştırdı. Mehmet, tüy gibi
aşağıya doğru sağılıverdi. Kafasında kan fışkırıyordu. Göz kapakları ağır ağır
kapandı.
Yazıcıya Uygun Sayfa
Tavsiye Et
Copyright © Şirince Paylaşım Tüm hakları saklıdır.