Ahmet Canbaba
Kim ne zamana kadar para yardımı yapardı. Komşularından ne zamana kadar kimler yemek getirirdi.
Hadi üstünü başını çoğu insanlar acıyıp, kendi evlerinden giymedikleri giysilerinden veriyorlardı. Giysi işi bol bol yetip de artıyordu bile.
Hele bir defasında belki de üç çuval eski birikmişti evinde. ‘Ne yapayım bunları kime vereyim’ derken deprem olmuştu da, deprem felaketine uğrayanlar için televizyondan adresini aldığı bir dernek vasıtasıyla, deprem bölgesine göndermişti.
Kahveye her gittiğinde, kim çay ısmarlardı. Bazı günler kafası kıyak değilse şayet, bir sığıntı gibi hissederdi kendini. Çalışıp da para kazanamamanın verdiği ezikliği mimiklerinde nasıl yok etmeğe çalışırsa çalışsın; çoğu kez bunda muvaffak olamaz, gülünç durumlara düşerdi. Kimseye zararı yoktu.
Hamdi küçükken, bir menenjit mi geçirmiş ne; birazcık uçukluğu olmasa, kimse ona takılmaz, aşağılamaz; onun saflığından istifade etmezlerdi. ‘Gariban’ diye çoğu kişiler korusalarda çokları da bedavaya iş gördürürlerdi. Bir çay parasına onu tanıyanların ‘ayakçısı’ olmuştu.
Akşamları yatacak doğru dürüst bir mekanıda yoktu. Apartman yapmak için kısmen yıkılmış kapısı, penceresi olmayan harabe bir gecekondunun odalarından birinin içersine serdiği karton kutuda, gecelerini geçiriyordu. Ona göre park ve bahçelerde, tahta banklar üzerlerinde, istasyon ve terminallerde yatanlarda insandı. Onları gördükçe kendi yerinin iyi olduğunu düşünüp:
" -Ya Rabb'im buna da şükür, beterin beteri varmış demek ki" derdi.
Felaket Hamdi haber dinlemeyi çok severdi. Esasında çok iyi bir haberkolikti. Yanından eksik etmediği Nuh Nebiden kalma ancak birkaç istasyonu alabilen bir radyosu vardı. Nerede olursa olsun sık sık saati sorar, haberler gelmişse radyosunu kulağının dibine kadar getirir, öyle dinlerdi haberleri.
Kahvede televizyondan haber dinlerken herkes Hamdi'den yorum alır. Onun oturup kalkmalarına, küfürlerine el, kol hareketlerine bayılırlardı. Çoğu kez anlattıkları da doğru çıkardı. Zannetmeyin ki boş birisi. Çoğu kez kendisiyle dalga geçenleri utandırırdı.
Öyle sorular sorardı ki Hamdi, bazıları apışıp kalırdı; sorduğu sorular karşısında. Lüks otellerde eğlenenlere hiç aldırış etmez, deniz kenarlarındaki insanların gırgırları şamataları, aşkları Hamdi'yi hiç ilgilendirmez. Hele karnı açken, cebinde beş kuruş parası yokken, düğünlerde; savrulan paraları görmek bile Hamdi'yi ilgilendirmezdi. ‘Kendileri kazanıyor, kendileri harcıyorlar’ derdi.
Önemli olan onların yaşayışını maliye denetliyor mu? Vergisini veren herkes istediği gibi eğlenebilirdi.
Bir kaza haberi oldu mu içi giderdi Hamdi'nin. Bir ambulans gelip yaralıyı mı taşıyor:
" -Şuna bak arkadaş ohh! Mis gibi yatak be, o sedyede olacaan şimdi" Kafası gözü sarılı insanları görüp:
" -Ohh be! Benim bi kafamı gözümü yaracaklar, hele benimle öyle bi ilgilenecekler arkadaş, beni öyle bi sedyeye koymak için çaba sarf edecekler, bundan daha güzel mutluluk mu olur be?” derdi.
Felaket Hamdi'nin hastalandığında kimsecikler semtine uğramazdı. ‘Kendi kendine iyi olur’ kimse, Hamdi'nin ne zaman hastalanıp ne zaman iyi olduğunun farkına varmazdı.
Bir sıcak yuvanın, bir şefkatli elin, bir okşayışın hasretini taşıyordu yüreğinde. Hastanın hastanede, suçlunun hapishane de yatmasına imrenirdi. Zengin olsa, parası olsa, istediği gibi yaşardı ama bu durumda parasız sıcak bir lokmada ancak böyle temin edilirdi.
‘Onyedi Ağustos Depremi’ imdadına yetişmişti. Üzerinde yarım yamalak çatısı olan duvarları yıkık, kapısı ve pencereleri olmayan barınak için sahiplendiği gecekondudaki karton kutusunun içinde mışıl mışıl uyurken, gecenin saat üçünü biraz geçe bir gürültüyle uyanmış, gecekondusunun sağlam kalan kısımları da tamamen göçmüştü.
Gecenin bir yarısında her taraftan feryat figan sesleri geliyordu. 'Oğlum' 'kızım' diyenleri mi, 'anam' 'babam' diyenleri mi ararsın. Her tarafta bir panik, bir koşuşturmaca vardı. Çevresindeki çoğu binalar kendi gecekondusuna dönmüştü.
Hamdi birkaç gündür açtı. Bir suyla, ısmarladıkları bir bardak çay karın doyurmuyordu. Vicdanı dayanamadı feryatlara. Gene de gücünün yettiği kadar yardım etmeliydi. Başı dönüyordu. Kendi içindeki depremi bir atlatabilse. Kendi iç dünyasının yıkık duvarlarından bir kurtulabilse, açlığın kansızlığa, kansızlığın halsizliğe, dermansızlığa dönüştüğü iç dünyasından adımlarını atıp, çatısı iyice göçmüş duvarları daha da çok yıkılmış gecekondusundan bir çıkabilse, gerisi kolay olacaktı Hamdi için.
Bir hayli çevresinden gelen feryatları dinledi. Kalktı sendeleyerek, kendisine en yakın bir apartmanın yıkılmış enkazına kadar zar zor yürüdü. Nihayet kendi mahallesiydi. Dövünen feryat eden Can Beyi ve kenara çıkartılan kanlar içersindeki ezilmiş bir kişinin cesedini görür görmez, olduğu yere bayıldı.
Hamdi kendisininde diğer depremzedeler gibi Ambulansa konulmasını, hastaneye getirilişini, hiç mi , hiç hatırlamıyordu. Kendisine geldiğinde hastane koğuşunda tertemiz yataklar içersinde buldu kendini. Bütün yataklar yaralı, hasta doluydu.
Yeni yeni yaralılar geliyor, bir kısmı ayakta tedavi edilip gönderiliyordu. Etrafta bir koşuşturmaca vardı. Yavaş yavaş gözlerini açmış olanı biteni seyrediyordu. Gözleri Can Abi'sini arıyordu. Yıkık enkazın önünde en son onu görmüştü.
Tüm mahalleli Hamdi'yi bilirdi. Yataklar üstünde birkaç tanıdık simaya rastladı. Çoğunun başında sahip çıkan kimseleri yoktu. Açık duran odalarının kapısından başlarını uzatıp yakınlarını arayan ve sonra başka odalara bakmak için telaşla oradan ayrılan depremzede yakınları bir curcuna yaratıyordu.
Hamdi bir hayli olanı biteni izledi yatağından. Sonra içersinde yemek bulunan arabanın girdiğini görünce kapıdan, bayram şekeri almış çocuklar gibi sevindi. Sevincini belli etmeden, sıcak bir tabak çorba, yoğurtlu ıspanak ve makarnayı büyük bir iştahla bitirmişti.
Açlık sınırının altında kaç kişi yaşıyorsa Hamdi de bunlardan biriydi. Hamdi git gide düzeldi sağlığı yerine geldi. Ama ufakken geçirdiği menenjitin verdiği konuşma bozukluğu ve zaman zaman titremesini; doktorlar deprem şokundan sanmışlardı. Hamdi'ye bir sabah doktoru:
“Hamdi iyileştin artık seni taburcu edelim" dedi. Oturduğu yeri sordu:
"Bilmiyorum" dedi. Hayatında ilk defa oturduğu şehrin dışına çıkmıştı.
Hamdi hastalığının verdiği konuşma bozukluğu ile evinin yıkıldığını, kendisinin kimsesi olmadığını ve hastaneye kimin tarafından getirildiğini bile hatırlamıyordu . Yalnızca açlıktan bayıldığı için depremden dolayıymış gibi hastaneye getirilmişti. Doktorlar hem nereden bilebilirlerdi Hamdi'nin açlıktan bayıldığını. Kendisiyle gelenlerden kimsecikler kalmamıştı. Doktor:
“Evladım kimsen yok mu senin”? Hamdi:
“Yok! Evim yıkıldı, nerede yatacam ben şimdi” deyip ağlıyordu. Doktor depremle ilgili olarak gelen ekiplerden birine Hamdi'yi teslim etti. Tutanaklara deprem şokundan dolayı ‘konuşma bozukluğu’ ve hafıza kaybından dolayı da bir şey ‘hatırlayamama’ diye yazdılar.
Kimsesiz Hamdi'ye güzel bir çadır, kap, kacak, ocak, televizyon gibi bir ailenin ne gibi ihtiyaçları varsa hepsini verdiler. Üstelik ziyaretçileri de vardı Hamdi'nin. Çadırlara 'geçmiş olsun'a gelenler halini, hatırını soruyorlardı.
İlk defa insan yerine konulmanın zevkini tadıyordu. Aradan epey bir zaman geçti. Bir de prefabrik ev verdiler Hamdi'ye, keyfine diyecek yoktu. Artık felaketlere de imrenecek durumu kalmamıştı. Gelen yardımlardan ekmeğini, aşını alıyor, prefabrik evinde; deprem öncesindeki halinden ‘daha iyi şartlarda’ yaşamasına devam ediyordu. Bu ne kadar böyle devam ederdi, Hamdi'nin geleceği ne olurdu, bunu kendiside bilmiyordu ama şimdiki haline de, şükrediyordu.
Bütün insanların acılarını yüreğinde taşıyan Hamdi, şimdide depremzedelerin kulu kölesidir. Hamdi ekmek kuyruğundadır, Hamdi tüp kuyruğundadır, Hamdi yardım kuyruğundadır. Tüm bunlar kendisi için değildir. Kim Hamdi'ye ne söylerse Hamdi onu yapmaktadır. Artık Hamdi'nin hiçbir felaketten beklentisi yoktur.
Kendi evinde; radyosundan, televizyonundan haberleri izlemekte, geçmişteki felaket düşünceleri aklına geldikçe biraz da içinde bu düşüncelerinin mahcubiyetini yaşamaktadır...
Ahmet Canbaba
Yazıcıya Uygun Sayfa Tavsiye Et
Copyright © Şirince Paylaşım Tüm hakları saklıdır.