BİR DEVLET GELENEĞİ,
'VAHŞET' İŞKENCE VE KATLİAM
Sayfa: 1/2
...
Kuşkusuz tarihte yaşanan işkence, katliam ve vahşet örneklerini tümüyle anlatmak mümkün değildir. Bu devlet geleneği bunu yaparken kimi zaman kendine karşı çıkanları, hatta kendinden olmayanları "din düşmanı", "din sapkını", kimi zaman "vatan haini" ilan edip ezmeye, yok etmeye çalışmıştır. Yaptığı vahşeti "din adına", "millet için", "vatan için" meşru göstermeye çalışırken; her katliamı vahşeti "ibret-i alem" olsun düşüncesiyle halkı yıldırmak, korku salmak için yapmıştır.
Bu tarih egemenlerin tarihidir. Bizim tarihimiz ise tüm bunlara karşı boyun eğmeyen Şeyh Bedreddinler'den, Pir Sultanlar'dan, Kurtuluş Şavaşı'nda emperyalizme karşı savaşan Anadolu halklarına kadar onurlu direniş tarihidir.
"Şalvarı Şaltak Osmanlı Eğeri
Kaltak Osmanlı Ekende Yok,
Biçende Yok Yemede Ortak Osmanlı"
Osmanlı döneminde tüm bilimsel
çalışmalar kanla bastırılmış; dine, hukuki yasalara karşı gelme düşmanlık olarak
gösterilmeye çalışılmıştır. 17. yüzyılla birlikte Avrupa'da kapitalizmin gelişmesi
ve ateşli silahların icadıyla Osmanlı, fetihler sonucu yağma ve talanla elde
ettiği gelirlerinden yoksun kalmıştır. Bu döneme kadar da zulüm ve baskıyla
ayakta kalan Osmanlı, bu dönemden itibaren de köylü yığınları ve halk üzerindeki
sömürü ve baskısını daha da yoğunlaştırmıştır.
Padişahın fermanları, şeyhülislamların fetvaları kanundur. Bunların ağzından
çıkan sözlerle insanlar asılır, işkence yapılır, zindanlara atılır. Ancak işkencenin,
infazın vahşet boyutlarında yapılmasının altında "İbret-i Alem" olması düşüncesi
vardır. Vahşet görüntüleri halka izletilecek ve "isyan edenin sonu bu olur"
mesajı verilerek korku yayılacak, halk kitleleri yıldırılacaktı...
Her Şey İktidar İçin
Uygulanan yöntemler tam bir vahşetti. Diri diri toprağa gömme, kazığa oturtma,
deri yüzerek yaralara tuz basma gibi akla hayale gelmeyecek yöntemler sıkça
uygulanıyordu. 40 bin Alevi halktan insanın kafasını keserek katletti. Halka
yönelik katliamların, işkencelerin yanı sıra Osmanlı padişahları, 182 Vezir-i
Azam'dan 23'ünü görevlerinden azletmeden, 20'sini de azlettikten sonra idam
ettiler.
"Şehirde al yeşil, dal dal
Bursa ipeklisi
Duvarda mavi bir bahçe gibi
Kütahyalı çiniler;
gümüş ibriklerde şarap
bakır leğenlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musa'yı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende
kardeş kanıyla abdest alarak
Çelebi Sultan Mehmet tahta çıkmış hünkar idi...
Bayezıt'ı esaret öldürdü.
Musa'yı kardeşi Mehmet boğdurdu.
Fatih'i oğlu Bayezit zehirledi..."
(Nazım Hikmet)
Osmanlı tarihi, iktidar için her şeyin mubah sayıldığı, katliamların, vahşetin
tarihidir aynı zamanda. Öyle ki; Osmanlı sultanları iktidar için kardeşlerini
dahi gözlerini kırpmadan Öldürmüş, öldürtmüşlerdir. 36 padişahtan 13'ü tahttan
zorla indirilmiş ve bunların çoğu da öldürülmüştür. Başkaldıran yakınlarını
öldürme geleneği 1. Murat'la başlar. Oğlu Savcı Bey ayaklandığı için gözleri
oyularak cezalandırılmıştır. Oğlu 1. Bayezıt ise kardeşi Yakup Bey'i öldürterek
Osmanlı tarihine "saltanat için kardeşini Öldürten ilk padişah" olarak geçer.
Tahta ortak olacakların öldürülmeleri sonraları da sürdürülür. 2. Mehmet padişah
olduğunda henüz bebek olan kardeşi Ahmet'i öldürtür. Ve bu dönem yönetime gelen
kişinin kardeşlerini öldürtmesi yasallaşır. Yavuz bir taraftan babasıyla savaşırken,
öte yandan kardeşleri Korkut ve Ahmet ile yeğenlerini ortadan kaldırarak iktidar
olur. 3. Mehmet ise 19 kardeşini birden öldürtür... Yani iktidar için her yol
mubahtır.
Kuyucu Murat Paşa
Osmanlı'da iktidarı tehdit eden her hareket en kanlı biçimde bastırılır.
Osmanlı devletinin tarihinde "Celali İsyanları" olarak bilinen ve Yavuz Sultan
Selim dönemiyle, Kanuni Sultan Süleyman dönemi arasında süren isyanlar 1610
yılında son bulur. Bu isyanları bastırmakla görevlendirilen Kuyucu Murat Paşa'nın
vahşeti ise dönemin tarihçilerinin bile lanetleyerek andıkları vahşet örnekleridir.
Kuyucu Murat kurbanlarını kuyulara doldurup boğarak katleder. Daha sonra kurbanlardan
tepeler oluşturur. Kuyucu Murat 1606'da sadrazam olmuştu. 1607'de Celali İsyanlarını
bastırmak için Anadolu'ya serdar olarak gönderilmişti. Canbulatoğlu'yla olan
karşılaşmasında 26 bin kişinin başını kestirerek tepe yaptı. 3 yıl süreyle Anadolu'yu
kasıp kavurdu. Bu dönem 100 bin Anadolu köylüsü katledildi. Ermeni rahip Grigor'un
tanıklığına göre: "Murad paşa, bütün konakladığı yerlerde önceden kuyular kazdırır
ve bütün Celalileri... şikayet edilen muzır adamları bu kuyulara attırır oraya
indirilen bir kaç adam da atılanları üst üste yığarlardı. Olaylardan dört yıl
sonra kış mevsiminde oradan geçerken ev büyüklüğünde olan kuyuları gözlemlemiştik."
(1)
Murat Paşa sivil halkı katletmiş, bizzat kendi eliyle çocuk dahi öldürmüştür.
Kuyucu Murat'ın çocuk öldürmesine tanık olan Naima anlatıyor: "... Bir gün pişgah-ı
otakta (otağın üstünde) iskemle üzerinde oturup harfolunan (kazılan) bi're (kuyuya)
gelen adamları katlettirip doldurmağa meşgul idi. O sırada gördü, halk verasında
(arkasında) bir atlı sipahi, bir sabiyi (çocuğu) kenduye redif edip (ardından
getirme) geçup gide. Paşa emreyledi varıp sabiyi at arkasından indirip huzuruna
götürdüler.
Oğlancığa:
- Sen ne yerdensin? Celali arasına neden düştün? Dedikte, sabi doğru söyleyip
- Falan diyardanım, kıtlık sebebinden babam beni alıp bunlara katıldı. Boğazımız
tokluğuna yanlarınca gezerdik, dedi.
- Baban ne idi? deyu sorıcak
- Şeştar çalardı ve anınla doyunurdu. Vezir-i Azam Murad Paşa başını sallayarak
acı acı güldü.
- Hay, Celalileri şevke götürürdü, deyup, çocuğun katline işaret etti. İşaret
üzerine çocuğu cellatlara verdiler. Fakat cellatlar;
- Bu sabi masumu nice öldürelim, deyu çekilip her biri bir tarafa gidip göz
yumdu. Murad Paşa emrinin neden geciktiğini sordukta, cellatların çocuğu merhamet
edip istinkaf ettiklerini bildirdiklerinde, paşa:
- Yeniçerilerden birisi öldürsün, deyü buyurdu. Yeniçeri dilaverlerine teklif
olduklarından onlar dahi, sabiye bakıp;
- Biz cellat mıyız? Cellatlar bile merhamet etti. Vezir kendi iç oğlanlarına
emretti ki sabiyi öldüreler. Anlar da ki huzurundan dağılı kabul etmediklerinden
oğlancık meydanda kalıp onu öldürecek adam bulunmadıkta, ihtiyar vezir arkasından
kürkünü bırakıp ve kalkıp sabiyi kendi eliyle alıp, kuyunun kenarına getürüp
başını vurup boğazını sıkıp helak ve kendi eliyle kuyuya inkaa etti." (2)
Kuyucu Murat ayrıca pek çok ölüm fermanı yayınlamıştır. Bunlardan biri: "Saka
Mehmet, Gürcü Rıdvan ve daha bunlara benzer eşkıya yakalanıp katlolunup birine
daha aman verilmeye... Başları sarayın kapısı önüne koyula" (3)
Yine dönemin eli kanlı paşalarından İsmail Paşa Anadolu'da kimi yakaladıysa,
İstanbul'a Celali diye göndermesiyle meşhurdur. Padişah huzuruna getirilen bu
insanlar orada öldürülürler. Anadolu halkının kitle halinde öldürülmesinin ortaya
çıkardığı vahşet görüntüsünü Evliya Celebi şöyle anlatır: "Bir kaç gün içinde
Üsküdar insan kanıyla Laleliğe dönüp teafun ile kötü kokudan divan erbabı rahatsız
olmaya başlar. Kanlar üzerine konan sinekler, çadırlarda rahatça oturanların
üzerlerine konup herkesin elbise ve destarını kana bulardı. Tabiat sahibi olanlar
kötü kokudan ve sineklerin hücumundan yemek yiyemezlerdi... Bu üzücü hal yedi
günden sonra bildirilince insan naaşları için kuyular kazılıp, beşer altışar
kesilenlerle kuyular dolduruldu. Nihayet kuyu kazmaktan da usanılıp ases başı
ve diğerleri naaşları arabalara yükleyip Haydarpaşa bahçesi önünde denize dökerdi.
Nihayet bununla da baş edemeyip mahkumları divanda muhakemesi görülenleri, Kavak
İskelesi'ne gönderip orada katletmek tedbir edildi. Kavak İskelesi'nde yüzlerce
adam öldürüldü." (4)
1426 yılında Amasya, Canik ve Tokat civarında eşkıyalık yapan Kızılkocaoğulları'nı
yok etmeye, 2. Murat tarafından tam yetkili olarak görevlendirilen Yöngüç Paşa,
400 kadar eşkıyayı bir mağaraya hapsedip içine duman salarak boğduruyor ve cesetlerini
bozkıra attırıyordu. Aradan tam 500 sene sonra aynı yöntemle kadın ve çocuklardan
oluşan insanlar "isyancı" diye Dersim'de katledilecekti. Yine 15. yüzyılda fahişeler
bazen çuvala konup denize atılarak öldürülüyorlardı. Tüm bu yöntemler Kuyucu
Murat'ın adıyla özdeşleşecek ve dünya, Osmanlı'yı Kuyucu Murat'ın bu yöntemleriyle
tanıyacaktı.
"Tiz Boynu Vurula..."
Osmanlı'da boyun vurulması da çok sık görülen vahşet örneklerindendir. İnfaz,
boğulmak ya da asılmak biçiminde yerine getirilse bile ölünün başı mutlaka kesiliyordu.
Ve kesilen kafa içi bal dolu kıl torbaların içine konularak İstanbul'a gönderiliyordu.
Kesik kafanın İstanbul'a gönderilmesinin iki nedeni vardı. Her şeyden önce idamın
infaz edilip edilmediği anlaşılmış oluyordu. İkincisi, suçlunun cezasını bulduğunu
ilan etmek için ve tabi ki "ibret-i alem" olsu diye bu baş, saray kapısı önünde
teşhir ediliyordu. Örneğin; "1658-1659 yıllarında Abaza Hasan isyanı bastırılıyor
ve bir yıl içinde on bin kadar kişi suçlu-suçsuz idam ediliyordu. Bu yüzden
bir yıl boyunca on-onbeş kafa her gün düzenli olarak Bab-ı Hümayün (dış kapı)
önüne getirtiliyor ve çoğu günlerce orada kalıyordu. 18. yüzyılın sonu ve 19.
yüzyılda kafaların, Edirnekapı'da da teşhir edildiği görülüyordu. Halktan kişilerden
İstanbul'da idam edilenlerin, aynı zamanda cesetleri de teşhir ediliyordu. Celladın
cesede verdiği durumdan, onun Müslüman ya da Müslüman olmadığı anlaşılıyordu.
Müslüman olanlar sırtüstü yatırılıyorlar ve kesik kafaları kollarının altına
konuluyordu. Müslüman olmayanlarsa yüzükoyun yatırılıyor ve başları da kıçlarının
üstüne konuluyordu." (5) Yüzyıllar sonra Anadolu'nun dağlarında gerillaların
kafalarını kesip teşhir eden, kulak, burunlarından koleksiyon yapan zihniyet
işte bu geleneğin devamcılarıydı.
"Çengelleriyle Ünlü Osmanlı"
Osmanlı'nın vahşet uygulamalarının biri de devlete başkaldıranların vurulup
katledilmesidir. İstanbul'da Eminönü'nün ilerisindeki Odun Kapısı İskelesi civarında
bulunan "Çengel" kalın kalaslardan yapılmış, kuleye benzer ahşap bir çatıdır.
Üzerinde bir sıra değişik uzunlukta ve uçları yukarı doğru kıvrık çengeller
vardır. Kurbanın adı ve işlediği "suç" önceden tellallar aracılığıyla halka
duyurulurdu. Anadan doğma soyulan kurbanın elleri ve ayakları sıkıca bağlanır,
cellatlar mahkumu makaralı iplerle çatıya kadar çeker ve bir anda çengellerin
üzerine bırakırlardı. Kurban düşme şekline göre başından, boynundan, gövdesinden,
karnından, bacağından birinin veya bir kaçının üzerine saplanır kalırdı. Bazen
derhal ölür, bazen de saatlerce veya günlerce feryat ettikten sonra can verirdi.
Çengel yüzyıllar boyunca Osmanlı'da işkence ve idam aleti olarak kullanılmıştır.
Bugün Hizbullah'ın da kullandığı yöntemlerden biri olması bu gelenekten kaynaklıdır.
Yavuz Sultan Selim ve 40 Bin Alevi'nin Katli
Yavuz Sultan Selim, Sünni inancı Anadolu Alevileri için bir zulüm nedeni
yapan Osmanlı sultanıdır. Yavuz Sultan Selim'in Sünnilik adına Alevi halkı kitlesel
olarak yok etmeye kalkışmasının nedeni Osmanlı'nın doğu sınırlarında hızla gelişen
Türk Safevi Devleti'dir; bu devletin Anadolu Alevileri için Osmanlı zulmüne
karşı bir umut olması ve Anadolu insanının Osmanlı topraklarından kaçmaya başlamasıdır.
Bu güçlü Türk devletinin gelişip kökleşmesinin, sömürü alanı olarak görüp değerlendirdikleri
Anadolu'nun elden çıkması demek olduğunu anlayan Osmanlı, bu gelişimin "tek
İslam devleti" kurma çabalarını da engelleyeceğini düşünüyordu.
Sıra sıra cellatlar, sürü sürü Türkmen'i doğramaya başladı. Zaten Fatih ta 1473
yılından itibaren (Otlukbeli) bu işe başlamıştı. Ardından Sünnilik güç buldukça
Alevi düşmanlığı körüklenmeye başlandı. Yavuz Sultan Selim, halifeliği, Abbasiler'den
kılıç zoruyla aldıktan sonra Sünnilik tutucu bir niteliğe bürünmüş ve artık
toplumsal gelişmeye ayak uyduramaz hale gelmişti.
Anadolu'da Türklerin anlayamadığı Arap ve Acem dili yaygınlaşmaya başlamıştı.
İşte Anadolu'da yaygın olan Alevilik, Sünniliği bir baskı aracına dönüştürmüş
olan padişahların kabul edemeyeceği bir düşünceydi. Aleviler aynı zamanda Doğu
sınırındaki Türk devletini destekliyorlardı ki; Osmanlı devleti bu nedenlerden
Ötürü Anadolu Alevilerine baskı uyguluyordu.
Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail üzerine sefere çıkarken; ordunun arkasında kendisine
karşı çıkabilecek bir güç olsun istemiyordu. Savaş başladığında Alevilerin Şah
İsmail'den yana tavır alma olasılığı da oldukça yüksekti. Ve Yavuz Sultan Selam
40 bin Aleviyi kılıçtan geçirdi. Kendini haklı çıkarmak için Alevilerin kadınları
ortaklaşa kullandıkları, Kuran'ı, camileri yaktıkları şeklinde iddialarda bulundu
ve bunun üzerine fetvalar yazdı. Yavuz Sultan Selim'in Alevi kırımı yapabilmek
için yazdırdığı fetvalardan birisi Müftü Hamza'ya ait olanıdır; "Ey Müslümanlar,
bilin ve haberdar olun ki, reisler; Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu,
Peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslam dinini, iyiyi ve doğruyu açıklayan
Kuran'ı küçük gördüler. (...) Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul
eden veya yardımcı olanlar da kafir ve dinsizdirler. Bu gibi kimselerin topluluğunu
dağıtmak bütün Müslümanların görevidir. Bu arada Müslümanlar'dan ölen kutsal
şehitlerin yeri yüce cennettir. O kafirlerden ölen ise, hakir olup cehennemin
dibinde yer tutacaklardır. (...) Bu türlü topluluk hem kafir ve imansız hem
de kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir."
(6)
Dönemin büyük fıkıh ve hadis bilgini olarak tanınan Müftü Hamza 1521 yılında
ölmüştür. Tarihte yalnız böyle yüz karası bir fetvayla değil, rüşvet almak gibi
bir suçla da anılır. Kuran üzerine yemin etmesine rağmen 50 bin akçe karşılığında
Semendire Valisi Yusuf Bali'nin yolsuzluklarını ve haksızlıklarını kapatır.
Müftü Hamza'nın rüşvet aldığını öğrenen Yavuz Sultan Selim onu sıkıştırıp canının
bağışlanması karşılığında bu fetvayı verdirir. Osmanlı, iktidarı için her şeyi
kullanmıştır, kullanmaya çalışmıştır.
Alevi kırımına izin veren bir diğer fetva da Şeyhülislam İbni Kemal tarafından
kaleme alınmıştır. "...Kızılbaş topluluğu şeri yasalar gereği öldürülmeleri
helaldir. İslam askerlerinden onları öldürenler gazi, ellerinde ölenler ise
şehittirler." (7)
Halkı birbirine düşman etme kırdırma Osmanlı'dan bugüne devredilmiş bir devlet
geleneğidir. 24 Aralık 1978'de "Müslüman Türkiye", "Kanımız Aksa da Zafer İslamın"
haykırışlarıyla Maraş'ta Alevi halkı katledilir. "Allah Allah" diyerek "Komünistlerin
büyüğü, küçüğü demeyip kafasını ezin" diye bağıranların sloganlarıyla, Alevilere
yönelik Osmanlı dönemindeki fetvaların benzerliği çarpıcıdır. 1514 yılında 40
bin kişiyi kılıçtan geçiren gelenek, 1978'de Maraş'ta ihtiyar, çocuk, kadın
ayrımı yapmaksızın halkı katleder. Yakılıp yıkılan evler, çivilenen, gözleri
tornavidalarla oyulan, bıçaklarla, baltalarla, satırlarla parçalanan insanlar...
Tecavüz edilen kadınlar, karnında bebeleriyle şişlenen hamile gelinler... Maraş'ta
tablo budur.
Bu vahşet tablosu Osmanlı'da bir başka dönem uygulanan kırımla da benzerlik
taşır. Osmanlı 1875-1876 Bulgar ayaklanmalarını bastırmada Çerkesler ve başıbozuk
birliklerini kullanır. Dönemin tanıklarından biri o günleri şöyle anlatır: "Kadınlar
ve kız çocukları saçlarından tutuldular, bir darbeyle diz çökertildiler, boyunlarından
kesildiler. Çocuklar süngülere geçirildiler, hamile kadınların karınları deşildi.
Bir çoğu sırayla soyuldular ve bir odun parçasının üzerinde hayvan sürüleri
gibi büyük bir serinkanlılıkla kesildiler..." (8)
Yine Meclisi Meb'usan tutanaklarında o günlere ilişkin şöyle anlatımlar yer
alır: "1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında gayri-resmi olarak teşkil edilen
ve Çerkeslerin ağırlıkla olduğu Osmanlı birliklerinin yolları üstünde rastladıkları
Hıristiyan köylerini yağmalayıp, insanları kılıçtan geçirdikleri yüzlerce, hatta
binlerce çocuğu köle olarak yanlarına aldıkları, çocuk ve eşyaların bir bölümün
sattıkları...." (9)
Yavuz Sultan Selim'le birlikte din, imparatorluğun üst yapı kurumlarından en
kapsamlısı olarak güçlü bir varlık kazanmıştır. Artık iktidarı tehdit eden her
şey "din zararına" ilan edilecek, her düşünce, eylem "din sapkınlığı" olarak
anılacaktır. Ve fetvalar, fermanlar, bu yollu açıklamalarla muhalefetin ezilmesinde
önemli role sahip olacaktır... Yani her türlü katliam, vahşet böylece meşrulaştırılacaktır.
O günün toplumsal gerçekliği Anadolu halk şiirlerine ve türkülerine de yansır.
Bu yıl dağların karı
erimez
eser bad-ı saba yel bozuk bozuk
Türkmen kalkıp yaylasına yürümez
yıkılmış aşiret il bozuk bozuk
Pir Sultanım yaratıldım kul diye
Zalim paşa elinden mi öl diye
dostum beni ısmarlamış gel diye
gideceğim amma yol bozuk bozuk
(Pir Sultan Abdal)
Yavuz Sultan Selim döneminde Kürt toprakları üzerinde Osmanlı devletiyle Şah
İsmail arasında çıkan savaşta her iki kesim de Kürt aşiretlerini kendinden yana
kazanmak (yani kullanmak) uğraşındadırlar. Bu uğraşta başarıya ulaşan Yavuz
Sultan Selim, Sah İsmail'in yenilgiye uğratılmasından (Çaldıran 1514) sonra
Kürt aşiretleriyle bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaya göre Kürt aşiretleri özerkliğini
koruyacak, yönetim belli kişi ve ailelerde olacak, padişah fermanına bu konuda
bağlı kalınacak, savaşlarda Kürtler Osmanlı devletine yardım edecekler, Osmanlı
da, Kürtler'i bütün dış saldırılardan koruyacaktır. Bu anlaşma ile Doğu'daki
Osmanlı egemenliği perçinlenir. Kürt halkının tarihinde "ilk cahş" olarak anılan
İdris-i Bitlisi işbirlikçiliğinin karşılığını alır. Çaldıran seferine çıkarken
40 bin Aleviyi katletmesi nedeniyle -bunların arasında çok sayıda Kürt Alevisi
de vardır- "Yavuz" namını alan Sultan Selim'in sevgi ve güvenini kazanır. Bu
aynı zamanda Kürt önderliklerin iktidar için kendilerini kullandırdıkları ilk
örnektir. Ve tarih sahnesinde birbirini takip eden onlarca örnek yaşanacak,
Kürt halkı bu önderlikler nezdinde inançları, duyguları sömürülerek kullanılacaktır.
Osmanlı'da "Düşünce Suçluları"
Osmanlı sadece düşüncelerinden ötürü iktidarlarını tehdit edebileceği kaygısıyla,
"din sapkınlığı" adı altında vahşet uygulamaları da sergilemiştir. Bu tür katliamlara
uğrayan ilk kesim Hurufilerdir. "Hurufilik Osmanlı ülkesinde başlangıçta Nesimi
ve Tireli Abdulmecid önderliğinde yayılmıştır. Hurufiliğin kurucusu Fazlullah
1384'de öldürülmesine karşın bu akım Ortadoğu'da ve Anadolu'da hızla yayılmıştır.
Ölümden korkmayan ve onu ulaşılacak en yüce mertebe olarak gören ikinci büyük
temsilcisi ünlü ozan Nesimi de Halep'te derisi yüzülerek öldürülmüştür. (1418)
(...) 15. yüzyılın ortasında... Hurufilerin önderi olan Fazıl Tebrizi ateşe
atılarak diri diri yakılmış, diğer Hurufilerin de boyunları vurulmuştur." (10)
Yine böylesi gerekçelerle bu dönemde öldürülenlere şu bir kaç örneği verebiliriz:
Molla Lütfi: (Mevlana Lütfullah veya Tokatlı Lütfi olarak da anılır) 23 Ocak
1495'de At Meydanı'nda (Sultanahmet Meydanı) başı kesilerek öldürülür.
Molla Kabız: 3 Kasım 1527'de "din yolundan ayrıldığı" gerekçesiyle boynu vurulur.
İsmail Maşuki: 1528'de boynu kesilerek öldürülür. Bosnalı Hamza Bali: 1561 yılında
boynu kesilerek öldürülür. Yandaşlarından bir kısmı da kılıçtan geçirilirler.
Şeyhülislam Ebusuud Efendi
ve Fetvalar
Kadılar müftüler fetva
yazarsa
İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte kellem keserse,
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan
Ebusuud Efendi 14. yüzyılın
sonları ve 15. yüzyılın başlarında yaşamış Osmanlı'nın ünlü Şeyhülislamlarından
biridir. Osmanlı'nın kanlı tarihi düşünüldüğünde tabi ki o sadece bir örnektir.
Onun fetvalarıyla yapılan işkence ve katliamlarda ölenlerin sayısı belli değildir.
İşte Ebusuud Efendi'nin fetvalarından birkaç örnek:
Ebusuud Efendi'nin Hallac-ı Mansur ile ilgili fetvası: "Soru: Birisi Hallac-ı
Mansur şeriata göre kafir olduysa, gerçeğe göre en yüce mümindir. Gerçekten
de Hallac'ın davası doğrudur dese ve inancı da bu yönde olsa bu kişiye ne yapılır?
Cevap: Hallac'ı Mansur'a yapılan yapılır" (11) Çeşitli rivayetlere göre Hallac-ı
Mansur gözleri oyulup ateşe atılarak ya da dereye atılıp boğularak ya da derisi
yüzülerek katledilmiştir.
Ebusuud Efendi'nin peygambere, Kuran'a ve İslamın kurallarına karşı olanların
katline ilişkin fetvası: "Soru: Bu konuda bazı kişiler o kişiye 'peygamber yoluna
(şeriattan) çıksa, peygamberi tanı utan...' deseler, o da öfkeyle 'ben peygamber
bilmem' dese dine göres kendisine ne yapmak gerekir? Cevap: O kişi kafirdir.
Öldürülmesi gerekir." (12)
Bu fetvaya dayanarak Anadolu'da Sünni inançtan olmayan nice insanın katledildiği
bilinir. Yüzyıllar sonra oruç tutmadığı için bıçaklanarak öldürülen insanları
katleden zihniyet de işte bu geleneğin devamcısıdır.
Ebusuud Efendi'nin Kızılbaş ve Alevi topluluğun ölümle cezalandırılmasını isteyen
fetvası: "Soru: Kızılbaş topluluğunun dine göre topluca öldürülmesi helal midir?
Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenler de şehit olur mu?
Cevap: Kzılbaşların topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu
en büyük, en kutsal savaştır. Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur." (13)
Fetvayı yayınlayan şeyhülislamlar, dini önderler olarak kabul edildiğinden onların
ağzından çıkan her söz İslama inanmış geniş halk kitleleri nezdinde de meşru
görülür. Dolayısıyla Osmanlı hem dini, hem din adamlarını, egemenliğini sürdürmek
için sürekli kullanmıştır. Aynı zamanda halkın dini duyguları da sömürülmüştür.
Yüzyıllar sonra da Cumhuriyet döneminde iktidarlar, dini ve dini kesimleri kullanma
konusunda Osmanlı geleneğine bağlı kalmışlardır. Bu arada şeriatçı kesimler
de iktidar olabilmek, iktidara yakın olabilmek için egemenlere koltuk değneği
olmuşlardır.
Kanuni Sultan Süleyman'ın Nahçivan seferine çıkarken Diyarbekir Beylerbeyi Ayas
Paşa'dan doğudaki Alevilerin tamamen öldürülmesini istediği ferman, Osmanlı
zulmünün göstergesi olması açısından somut bir örnektir: "... Kızılbaş lekesi
olanlar hapis ile yetinmemeli, bu gibiler isabetli tedbirlerle elde edilerek,
habis vücutları ortadan kaldırılmalıdır. Kızılbaşlığa eğilim duyanlara gecikmeden,
fırsat ve mecal vermiyesin. (...) Kızılbaş haramilerinin memlekete zarar vermelerine
imkan ve fırsat vermemelerini buyurup, sağlıyasın." (14)
Halkların Birbirine Düşman
Edilme Girişimleri ve Hamidiye Alayları
Osmanlı, iktidarını sürdürebilmek için halkları, aşiretleri birbirine düşürme,
bölme ve kullanma politikasından hiç vazgeçmemiştir. Sultan IV. Murat döneminde
1639'da Malak (Malik) Ahmet Paşa, Diyarbekir Umumi Valisi tayin edilir. Ve göreve
başlar başlamaz Sancar Yezitlerine karşı büyük bir sefere çıkar. Bu sefer sonucu
Diyarbekir'de aşiret reislerini Osmanlı boyunduruğu altına alır. Osmanlı bu
dönem de valiler yoluyla, bazen büyük askeri birliklerin yardımıyla, bazen de
Kürt beylerini ve aşiret reislerini birbirlerine düşürmek yoluyla Kürt beylerinin
nüfuzlarını daraltır.
1849 yılında ise Osmanlı devleti Ermenileri Zeydun'da Kürtlere karşı kullanır.
Çeşitli hileler yoluyla halkların arası açılmaya çalışılır, birbirlerine düşman
edilmek istenir. Örneğin Osmanlı Sadrazamı Akçadağ'daki Kürt isyanını bastırmak
için Ermenileri yardıma çağırır, kabul edenlere onlara özerklik tanınacağı sözünü
verir. Bunun üzerine "...kimi Ermeniler Osmanlıyla birlik olup Akçadağ bölgesine
saldırıp Kürt aşiretlerine saldırıyorlardı." (15)
Tabi ki Ermenilere verilen sözler yerine getirilmiyordu. Ve bu tarz yöntemler
kullanarak, yani halkları birbirine düşman etmeye çalışarak iktidarını sağlamlaştırmak
politikasını egemenler yüzyıllar boyunca sürdürmeye devam edecekti. Bunun adı
kimi zaman Kürt-Ermeni, kimi zaman Türk-Kürt, Ermeni-Türk... Kimi zaman Alevi-Sünni,
Hıristiyan-Müslüman çatışması diye lanse edilecekti.
Hamidiye Alayları: Hamidiye Alayları'nın fikir babası Muşir Şakir Paşa'dır.
1890 yılında kurulan Hamidiye Alayları, aşiret yapıları esas alınarak örgütlenir.
Devletin bölgedeki merkezi gücünü artırarak ve Kürt feodal önderliğini merkeze
bağlayacak bir çözüm olarak düşünülen alaylar, ağırlıkla Rus-Kafkas sınırındaki
Kürt bölgelerinde kurulur. Her alayın başına aşiret reisleri belli bir maaşla
rütbe ve nişan verilerek tayin edilir. Alay haline getirilen aşiretler vergiden
muaf tutulur, işledikleri suçlara ilişkin olarak mahalli mahkemelerin yetkileri
kaldırılır. Devletin örgütlediği bu çetelerde sadece reisler maaş alır, çete
efradına silah ve mühimmatlarından başka bir şey verilmez.
İstediklerini elde edebilmeleri için Ermeniler hedef olarak gösterilir. Bu yüzden,
1892'den 1894'e kadar Kürt ovalarında, süngülenen, asılan, kurşuna dizilen ve
sakat bırakılan Ermenilerin sayısı belli değildi. Zorla din değiştirme olayları,
hırsızlık, tecavüz ve cinayetler artmıştı...
Hamidiye Alayları'nın saldırdığı kesimler yalnızca Ermeniler değildi. Bölgedeki
Müslüman halk da benzer uygulamalarla karşı karşıya bırakılmıştı. Bu alaylar
başlangıçta iki alay olarak düzenlense de 1897 yılında 57 alaya kadar ulaşmıştı.
Hamidiye Alayları'nın halka yaptığı işkence sonucu 1905 yılında Diyarbakır'da,
1907 yılında Erzurum'da ayaklanmalar olur. Ve bu alayları İttihat ve Terakki
döneminde Jöntürkler de desteklemiştir. O günün Hamidiye Alayları 1990'larda
koruculuk sistemine dönüşerek ve aynı vahşeti sürdürerek devam edecektir.
(devamı ikinci sayfada)
Yazıcıya Uygun Sayfa Tavsiye Et
Sonraki Sayfa (2/2) 
|