Ölümü Kutsamanın Devrimcilikle Alakası Yoktur!
Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere’de kuşatıldıklarında şöyle diyorlardı: “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik!” Bu şiar o günden sonra devrimci hareketin adeta tabusu oldu. Her kuşatmada devrimciler bu şiarı dile getirdiler, öyle ki, hapishanede bile, üstelik silahsızken, kendilerini öldürmeye gelen katillere, “Cesaretiniz varsa gelin” diye haykırdılar.
Esasından bunun devrimci kültürle değil, feodal kültürle alakası var. Zaten Türkiye gibi ülkelerde ortaya çıkmış olan ilk devrimci kuşakların reflekslerinde Marksist kültürden çok, ezilenden yana olan eşkıya kültürünün, feodal kültürün izleri hâkimdir. Bunları, bu kültür iyi ya da kötü olduğu için değil, devrimci olanın yerine ikame edildiği için yazıyorum.
Buradan devam edelim; kuşatılmış bir devrimcinin ölmek yerine esir düşmeyi kabul etmesi neden kötü olsun? Esir düşmek teslim olmak mıdır? Çatışmak yerine esir düşmeyi kabul eden devrimci, “Teslimiyetçi” olarak mütalaa edilebilir mi?
Tam tarihini hatırlamıyorum, 6-7 sene önce olmalı, Dersim’de bir mağarada devlet bir grup Maocu gerillayı kuşatmış, mağaradaki devrimciler de ölmek yerine esir düşmeyi kabul etmiştiler. Bu insanların işitmedikleri hakaret kalmadı. Kendi üyeleri olmadığı halde, DHKP-C’nin önü açılsaydı, gidip bu insanları infaz edecekti, o derece saldırmıştı.
Teslim olmak, davadan vazgeçmektir, asıl teslim olanlar, davadan vazgeçenlerdir. Buradan bakacak olursak, 70’li yıllarda devrimcilik yapan insanların onda dokuzu artık devrimci değil, teslim olmuşturlar. Peki, bu suç mudur, tabii ki hayır. Güçleri o kadarına yetmiştir, ütopya kırılması yaşamıştırlar ya da kendilerince haklı sebepleri vardır hepsi bu.
Türkiye’deki solun ana damarını oluşturan kesimlerin reflekslerinde Marksizm dışı Fokoculuğun etkisi mevcuttur. Fokoculuk Marksizm dışıdır ama Marksizm’in billurlaşmış hali olarak algılanmıştır.
Ölüm kutsallaştırılmış, ölenler ölümsüz ilan edilmiş, ölmekte tereddüt eden dışlanmış, “dönek” damgası yemiş, en önde ölenler “en devrimcilerimiz” ilan edilmiştir. “Biz yaşamla sözlü, ölümle nişanlıyız” sözü adeta iştah kabartan bir hal almıştır. Marksizm’i bir yana bırakalım, bu sağlıklı bir düşünme biçimi değildir.
Marksist devrimcilik yiğitlik, düğüne gider gibi ölüme gitmek, feda ruhu taşımak ve yoldaşına/lidere gözü kapalı güvenmek değildir. Devrimcilik (Marksist anlamda), Marksist bir tarih bilincine, devrimci bir programa, bu programı hayat geçirecek devrimci bir örgüt inşa etme iradesine sahip olmak ve yaşamla devrimci bir bağ kurmaktır (Aileden, mülkiyete, aşktan arkadaşlığa, üretimden tüketime kadar).
Egemen kültüre ait değerleri kırmızı sosa batırıp yeniden üreterek (devrimci aile, devrim nikâhı, bacı kültü gibi) devrimci bir yaşam sürdürülemez, devrimci bir kültür inşa edilemez.
En başa dönecek olursam, devrimci olmanın ve devrimci kalmanın ölçüsü ne kahramanlıktır, ne de ölmek için can atmak ya da ele geçmemek için ölmek. Bu bir mücadeledir, yoldur, önemli olan da yolda olmaktır. Yenilgiler olabilir, uzun yıllar yeraltına çekilmek zorunda kalabiliriz, zaman zaman geri de düşebiliriz, bunların hiçbiri teslim olduğumuz anlamına gelmez. Ne zaman ki düşmana benzer, onun istediği insan oluruz, işte o zaman kaybetmiş, teslim olmuş oluruz.
Yüceltilmesi gereken ölüm değil, hayat karşında devrimci bir yaşam ve sürekliliktir.
Elias Nin


















