Herkesin Bir Yalnızlığı Var
Kerberos kapımı çalalı bir hafta oluyor. Çok yorgun görünüyordu geldiğinde... Ardına dek açtım kapımı, içeri aldım onu. Sordum...”karnın aç mı” diye. Ekmek verdim, su verdim. Okşadım üç başlı canavarı.
Güneş henüz batmak üzereydi. “Kal”
dedim Kerberos’a. "Bu gece kal” dedim. Eğdi başını, kırmadı beni. O hırçın köpek benimle birlikteyken kuzular kadar narin ve sevimliydi.
Bir uzak şehirde; harfler, tümceler ve şiirlerle ısınmaya çalışıyorsun. Bense
onlarsız yaşayamıyor soluk alamıyorum. Çağırdığım zaman koşarak geliyorlar
yanıma... Öyle çok oluyorlar ki birer birer seçip özenle sıraya diziyorum. Şiir
oluyorlar ya da bir öykü. Seviyorum... Onları çok seviyorum.
Zaman ise hoyratça yıpratıyor bizi. Bir çoğumuzu asileştiren, isyankar yapan zamanın acımasız oyunları değil mi? Yirmi dört saatin zalimce geçip gitmesine kızmıyor musun şimdi?
Ben kızıyorum…
Çak ortak! Uzat kadehini. Biz içelim bu gece. İçmek için o kadar çok neden var ki bir seçim yapmak zorundayız yoksa halimiz duman olur.
Yağmurlar kar oldu sanki. Öyle saf, öyle temiz yağıyorlar. Bu gece yüreğim kar altında, sıcacık. Durmaksızın yağıyor. Hiç durmaksızın yüreğime... Kar taneleri yanıyor, yüreğim kanıyor. Her yer işlenmemiş saf ipek güzelliğinde / renginde.
Arkamda kocaman şantili bir doğum günü pastası... hem de bütün bir şehre yetecek kadar. Ümitlerim, hayattan beklentilerim ve yüreğimin sayısız
soru işaretleri o pastanın içinde gizli. Doruklarına mumlar dikip ateşini üflemek istediğim sonra; sonra… Sahi yaşım kaç benim?
Çatık kaşlı bir öğretmen nezaretinde sınava tabi tutulmuş, soğuk terler döken ve karşısında ölüp ölüp de dirilen, beyaz çoraplarını dizlerine kadar çekmiş, heyecanından tırnaklarını yiyen sıska bacaklı öğrenciler gibiyim.
Hayatla henüz tanıştığım zamanlardı... Aşkın gerçeğiyle karşılaştığımda, bütünlemeye kalmıştım. Mutluluk dersinden sınıf geçemeyen Tanrı’nın tembel öğrencilerindendim. Bu yıl, gelecek yıl ve o yılları takip eden diğer yıllarda hep kalacaktım sınıfta. Dışarıdan girip verdiğim sınavlar da bir işe yaramamıştı. Üzerinde kocaman harflerle “KOVULDUNNNNNN” yazılı tastikname hala yüreğimin bir köşesinden sırıtarak bakıyor bana…
Bu ıssız gecenin sabaha karşısında ne güzel uyuyorsun! Ben uyumuyorum, gecelerden çalıyorum. Aşkı sözcüklere dökmek, aşkı yaşamaktan da zor sevgili, biliyorum.
Senin de belirttiğin gibi; “Aşk” ne onca mektubun içinde satır aralarına bin bir zorlukla sıkıştırılan bir özlem, ne de itiraf edemediğimiz, korktuğumuz güzelliğini bir yana bırakıp acısını yaşadığımız umutsuzluklar içinde eriyip gittiğimiz ve yüz yüze gelmeye çekindiğimiz gerçeğimiz.
Yüreğime ve hayatıma sıkıştırdıklarımı tümcelere, dizelere ve mektuplara döktüğüm ve güzel olduğu kadar canımı yakacak kadar tehlikeli bulduğum bir oyundur aşk…
Dört bir yanı duvarlarla sınırlandırılmış ve sokağa çıkıp oyun oynamalarına izin verilmeyen yalnız çocuklar gibiyim. O minik canlar, en güzel elbiseleriyle yüzü gözü toz toprak içinde kalmış, özgürce yerlerde yuvarlanıp çatlamış nar meyvesi yanaklarından ateşler çıkararak koşan akranlarını yalnızca pencere arkasından izlemek zorundadırlar. O çocuklar sokağa aşıktırlar. Ele yüze bulaşan sokak kirlerine. Elime, yüzüme bulaşan toz-toprağım nerede, Ah! nerede, bilmiyorum.
Arkamda bekleyen ve geçmişimde sayısız yara izleri taşıyan yüreğime gözcülük eden çatık kaşlı bir öğretmen var. "Ya aşıksın ya da değilsin” deyip ürkütme beni. Şairce yaşayalım bütün güzellikleri.
Sokakta oynamama izin verilmese de az önce bahsettiğim çaresiz çocuklar kadar da değilim. En azından güzel elbiseler giyip rugan ayakkaplar taşımıyorum ayağımda. Saçlarımda beyaz kelebekler de yok. Hayatın yaşantıma anlam katan renkleriyle dans etmeyi seviyorum. Ya sen, elimi uzatsam
"İpek Şehrin Kızı"yla dans eder miydin? Yalnız, arabam bal kabağına dönmeden, eve bırakmalısın beni. Yoksa halimiz duman olur.
Ahhhh! Bir de sözünü geçirebilseydin. Biliyorum, çok emek veriyorsun. "Aşkın yaşanmışlığı" diyorsun. Bir ırmağın deltası gibi ayrılıveriyoruz seninle. Sonra bana laf anlatana kadar ak düşüyor saçlarına. Bir daha, bir daha, bir daha aklar düşüyor saçlarına ve en çok
o saçlarını seviyorum.
Sahi, zor biri miyim? Yoksa hayatın acıları mı beni böylesine zorlaştıran? Belki
de yeterince büyümedim ne dersin? Sana; ”öpersen beni, büyü bozulur” diyorum. Sen, her defasında hayır diyorsun. Sen hayır diyorsun, ben evet.
-Hayır
-Evet
-Hayır
-Evet…
Bu böyle sürüp gidiyor. Seninle, sarp bir kayalığın tepesine çıkmış boynuzlarını birbirine sürterek bileyen iki dağ keçisi oluyoruz bir anda.
Yaşanmamış mutlulukların adıdır aşk. Ben ip atlıyorum, sen top oynuyorsun. Ben hayır diyorum, sen evet diyorsun ama yine de seviyorsun beni öyle değil mi? Ben de severim kimsesiz ve sahipsiz yüreğimle seni. Dağlarda, su boylarında, özgürlüğüne ölesiye düşkün ve fırtınalardan hızlı koşan ipek yeleli yaban kısrakları gibiyim ve yaban kısrakları, senin duyumsadığın, yaşadığın ya da yaşanılmasını istediğin aşkı yaşayamaz ki. Nazım’ın yaşadığı aşklar gibi senin aşkın. Benimse, Şirin’in Ferhat’ı dağlara sorduğu gibi… Aşkın beni nasıl yaktığını hiç bilemedin ki! Kırgın da olsan bağışla beni. Çorak topraklar kadar susuz kalan yüreğimi.
Hayatın ağır yükü ve yorgunluğu yüreğimi kasıp kavuruyor. Çak ortak, yorgunluğa içelim. Beyhude aşklara, çarmıha gerilen umutlara ve onulmaz acılara içelim bu gece... İstesen / istemesen de içelim bu kahrolası şeylere.
Herkesin bir yalnızlığı varsa, benimki dağlar kadar.
Alev Kutluözen