Göç
Olur olmaz bir yumruk gelir durur boğazımda, aklıma her düştüğünde ayrılıklar. Yürüdüler yıllarca göçtüler, ki halen göçüyorlar. Sınırların ötesinde sınırlar aştılar yıllarca, uzaklaştıkça inceldi içlerinde onları ruhlarına bağlıyan ince tılsım. Neydi on binleri yollara düşüren?
Çadırla yanıyor şimdi içimde yollar uzadıkça uzaklaşıyoruz çocukluğumuzdan
Ve sonra büyüyor uykularımızda yasaklı bir ülke!
Yasa bürünüyor koçerler, dağlara siyah perdeler asıyorlar bizden sonra.
Ve rüyamda hüzünlü bir türkü ağlıyor terk edilişe dair bir şehirin sesinden.
Sonra bir sabah uykumda ince ince kan süzülüyor burnumdan. Geceler ateşe veriliyor, küller bastırılıyor yaralarına bir ülkenin.
Bir çocuk ağlıyor şimdi mezarında ninesinin.
Eteğine bulaşıyor gözyaşları, hıçkırıkları hayatın.
o çocukluğu, o tozlu yollarda terlerimize bulaşan bezginliği özler oldum.
Hani ne çok severdiniz beni kuşlar
Avucumda buğdayla karnınızı doyurmayı
Hani ne güzel uyurdunuz kucağımda kediler...
Ne çok severdim okul zillerinde kaçamak aşklarda kavgalar etmeyi
Ve buğday tarlalarında gizliden tütünler sarmayı
En çok sevdiğim yasak bir ülkenin sın ırlarını duvarlara sokaklara çizerken kaçtığım kovalamacalar da kaldı.
Ki en güzel yaptığım da buydu: kaçak şiirlerde yasak mısralarda bir ülkeyi yaşanmış gibi anlatmak.
Öyle ağır bastırıyordu ki bu sevda, beynimizin kıvrımında saklı bir dilde ölürüm demeyi yaşamak kadar doğal kıldırıyordu korsan kitaplar...
Özlenilmesi gereken ne varsa koca bir savaşa dönüşüyor kağıda yazıldıkça.
Sonra tarih bir şaka yapıyor Mezopotamya’da
Utanarak zaman buruşup sığınıyor karanlığına
Bir halk esaretini yaşıyor dörde bölünerek...
Önce köylerden indiler sonra şehirler boşatıldı. her evden gençler düştü yollara hayatı yaşama adına.
Uzun zaman yürüdüler, havadan karadan denizden birer umut biraz özgürlük için geldiler .
Onlar onlara sunulanlara boyun eğmeden, her şeyi kader diye içine sindirmeden, tek zulası az biraz cesaretleriyle geldiler.
Umutlarıyla
Korkularıyla geldiler
Açlıklarıyla değil onurlarıyla geldiler...
Sonra çoğaldılar, çoğaldıkça horlanmaya başlandılar
Avrupa’da ne kadar kapı varsa iyi kötü demeden az çok demeden güzel çirkin seçmeden yaşama adına sabır ettiler.
Ve günler sonra hayatlarında hiç görmediği biri onlardan gerekçe bekliyor ve yeni bir yaşam bir kaç insanın vicdanına bırakılıyor...
Biraz daha zaman sonra onlarca ırktan kendine benzeyen aynı acıları ya da benzer acılar yaşayan ama ayrı mekanlarda yaşayan mülteci denilen bir toplumun parçası oldular .
Bir çok yasal haklardan yoksun bırakılan, sürekli bir alt kimlik muamelesi gören bu insanlar toplumun dışında tutuldular.
Bir zaman sonra insanı kendisine esir eden yalnızlık denilen o duyguyla yüzleştiler ve bu esaret öyle uzun sürdü ki ne zaman geldiklerini unuttular...
Umutlarına geleceklerine belki de kendilerine küstüler, küstükçe biraz daha kendi karanlıklarında kendi içlerinde kayboldular.
Hayatlarını ve özgürlüklerini her hafta iki imza karşılığı dört metre karelik bir odaya sığdırdılar.
Haftada 45 euroya yaşama şansı verildi.
Demokrasi, medeniyet ve çağdaşlık 45 euro olarak onların midesini doyurmaya yetmiyordu.
İnsan hakları insanlığından utanıyordu.
Sonra yıllar geçti, bazıları burada öldü, bazıları burada doğdu.
Doğanların kimliklerinde Hollanda yazıldı ama yaşama hakkı tanınmadı, yıllar sonra binlerce insan demokrasi kılıcıyla 45 euroluk özgürlüklerini kesti. Bazıları Hollandacayı ana dillerinden daha iyi öğrendi ama yine de sınır dışı edilmelerine aldırmadan inadına güldüler.
Belki de sınırın ne olduğunu bilmeyen çocuklar ülkelerine yollanırken bunu anlayacaklar,
İnsanin sınırı var mıdır acaba?
Sizin vicdanınızda da sınırlar var mı?
...tarih katilini arıyor, cesedini kardelen sıcaklığında
Munzur küçük bir kız oluyor koçer boylarında
kil çadırlarda yetim oluyor.
dağları öperek bağr ının tam ortasından
sarılarak vadilere tepelere uzuuun bir saç oluyor bahara .
Munzur kar altında.
kan ağlıyor…
Dersim buz kesiyor yüreğinde bir serçenin…
Taylan Aydın