Ermeni Meselesi ( 7/10 )

Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 7 ) Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilerin durumu ise, Yahudiler kadar pek parlak değil. Doğu Anadolu’da yoksul Ermenilere karşın, batıda bilhassa İstanbul’da yaşayanlar ticaret ve sanatla uğraşan varlıklı kesimdi. 18. yüzyılın başından itibaren önemle gelişerek ülkenin ticaretinde Yahudilerin önüne geçiyorlar Osmanlı’da devlette ve Saray’da hakimiyet tesis etmeye başlıyorlardı.

Kasım 30, 2005 - 18:02
 2.2k
Daha önce 1461’de de Ermenilerin rûhâni lideri Hovakim Bursa’dan İstanbul’a gelerek Ermeni Patrikliğini tesis etmişti. Osmanlı’daki Millet sistemine göre Patriklik dini işler dışında her türlü hukuk konularında tek otorite olmuştu.

Fakat, Eçmiyadzin Kategikosluklarının (Erivan’a 20 km uzaklıkta bir kent) ruhanî liderliği daima önde kalmıştır.

Fatih zamanında getirilen 150.000 Ermeni nüfusuyla, İstanbul dünyanın en çok Ermeni yaşayan şehri olmuştu. Ayrıca 1475 Kefe’den, 1479 Karaman’dan, Yavuz Sultan Selim’in çaldıran zaferinden sonra, Tebriz’den getirilen Ermeniler içinde sanatkârların çokluğu dikkati çekmiştir.

19. yüzyılda Amerikan misyonerlerinin Anadolu’da fakir Ermeniler için açtıkları Protestanlık telkinli bedava okullarda Türklere karşı Ermeni düşmanlığı tohumlarını atmışlardır.

1811’de Bağdat’ın zengin sarraflarından Yahudi Yehezkel Gabay, Bağdat isyanında Talat Efendiye ve İstanbul’dan gelen diğerlerine yardım ettiği için İstanbul’a getirilerek Saray kuyumcuları arasına dahil edilir. Bu arada Ermeniler Devlet içindeki para işlerinde en önemli mevkilerde bulunmaktaydılar.

Yahudi-Ermeni rekabeti ve çatışmalar başlar.

“İstanbul’dan Emiyadzin’e her yıl gönderilen surrelerin (para keseleri-bir nevi yardım fonu) kesilmesi ile ilgili bir konuşmasında Ermeni sarraf Kazaz Artin, Akif Paşa’ya; (1835’teki ilk Hariciye nazırı-dışişleri bakanı, o sıralarda Divanı hûmayun kaleminde bulunmaktaydı. Devlet adamı ve şair.) > diyerek, Osmanlı Devleti’nin mali işlerinde Ermenilerin ne denli etkili olduğunu vurgulamaya çalışmıştır.”
(Bkz.Cevdet Paşa, Tezakir, Yayınlayan Cavit Baysun,T.T.K. Basımevi, Ankara 1963,III/236).

Yahudi-Ermeni rekabeti yüzünden Yehezkel Gabay Saray’da itibarı olan Allahverdioğlu ve iki kardeşini vatana ihanetle suçlayarak idam ettirdi.
Darphane müdürü Kazaz Artin’i de Rodos’a sürdürttü. Fakat Kazaz Artin’i oradan kurtaran Çelebi Behor Karmona isimli bir Yahudi oldu, Kazaz Artin olayın acısını çıkarmakta geç kalmadı ve Gabay’ın aleyhinde çalışarak gözden düşmesini sağladı, evinde çok miktarda kıymetli mücevherat bulunan Gabay daha sonra idam edildi.

İspanya kökenli Yahudi Çelebi Behor Karmona dönemin en etkili simalarından biridir. 18. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’a yerleşen baba Moiz Karmona ünlü kumaş ve sarraflık ticaretiyle uğraşır. Behor Karmona şap ticaretinden zengin olurken aynı zamanda Yeniçeri Ocağının para işlerini yönetirken, zenginliği sayesinde İstanbul Yahudileri arasında lider durumunda bulunur.

Kazaz Artin kurtarıcısı Karamona’yı da Saray’ın gözünden düşürür; kanunsuz yollardan servet edindiği ve Yeniçeri Ocağının lağvı esnasında Yeniçerilere para yardımında bulunduğu gerekçesiyle idam edilir.

Osmanlı’daki Yahudiler; 15. ve 16. yüzyıllarda başlayarak, Osmanlı Devletine yüksek faizle borç veren Bankacılığın yanı sıra, Sarraflık, kumaş dokuma, esir ticareti, kalpazanlık (sahte para), altın kaçakçılığı, tefecilik, işleriyle meşgul olarak, Osmanlı’nın servet damarlarını ellerine geçirmişlerdi.

1588’deki Yeniçeri isyanında Ermeni dönmesi Doğancı Mehmet Pşa’nın idamına Darphane kesenekçisi Yahudi Yasef Nasi sebep olmuştur.

Vivien de Saint-Martin 1852’de yanınlanan bir kitabında şunları der; Yahudilerin yorucu işlerden nefret ettiklerini, bunun için ticaretle uğraşırken; kendi ırk ve dinlerinden olmayanları aldatmaları onların inançlarının gereği olduğundan Osmanlı’nın güvenini kaybederler ve bundan dolayı da sarraflık işinde Ermeniler hakim olurlar.

18. yüzyılın başlarından itibaren güvenirliğini kaybetmeleri üzerine Yahudilerin karşısına Rum-Ermeni rekabetinin başlaması aynı zamanda çatışmaları da beraberinde getiriyordu.

Ayrıca Kapitülasyolar sayesinde Osmanlı’nın iç işlerine karışan Avrupalıların Yahudi düşmanlığı “Antisemitizm” devletteki devşirmelerin, Yahudilerin, dönmelerin yerine Rum ve Ermenileri yerleştirme gayretleri de Yahudilerin gerilemelerine neden oluyordu.

Fakat, tüm bunlara hazırlıklı olan, deneyimli Yahudi toplumu daha önceleri önlem aldıklarını tarihte saptanabiliyor. Yahudilerin siyasette Saray dışındaki etkinlikleri Osmanlı’nın son günlerine kadar devam ettiğini görebiliyoruz.

1648 yılında kendini, Yahudileri Arz-ı Mev’ûd’e götürecek Mesih olarak ilân eden Avdeti-dönme Sabatay Sevi ;
“Mesihliğinin şerefine bazı dini adetlerde değişiklik yapmıştır. Kudüs’ün düşman tarafından alındığı tarihe tekâbül eden “On Tevet” matem orucunu eğlence ve ziyafet gününe dönüştürmüştür. Hattâ daha da ileri giderek, her Cumartesi günleri sinagogda yapılan ibadetten sonra Sultan (IV. Mehmet)’ın adını anma adetini kaldırarak, yerine kendi adını koydurtmuştur.
Ummadığı kadar taraftar toplayan Sevi, kendisini “Krallar Kralı” ilân etmiş ve Dünyayı otuz sekize bölerek yakınlarına dağıtmıştır.”
(Bkz. İ. Alaaddin Gövsa, Sabatay Sevi İstanbul )

Bu otuzsekiz bölge nereleridir ve kimlere verilmiştir? Bilinmiyor.

Devlet içinde Devlet olan Yahudiler Osmanlı’da ellerinde bulundurdukları ticaret tekelini kısmen Ermenilere ve Rumlara kaptırınca, o erki tekrar ele geçirmek için yüzyıllar önce kendilerine uygulanan katliamları, Hıristiyanlara karşı hazırlıklar plânladıkları düşünülebilir.
Bunun ancak birlik içinde; hile, yalan, aldatma ve gizli partileşerek olabileceği bir gerçektir.
Bu partinin adının “Avdeti-dönme” olmasını yanlış düşünmediğime inanıyorum.

Daha sonra küreselleşen Dünya Yahudi Partisi’nin temelinin birkaç taşı da Osmanlı İmparatorluğu’nda atılıyor.

Tarih’i tesadüflerle, rivayetlerle, varsayımlarla izah etmenin yanlış olduğunu düşünüyorum.
Tarih bir zincirin halkalarıdır, her halka birbiriyle bağlantılıdır, ortada boşluk ya da tesadüf halkası bulunmuyor.

1717 yılında İngiltere’de başlatılan Masonluk 1721 yılında Fransız Masonları tarafından ilk Mason Locası İstanbul’da kurulur. Fakat geçerliliği sonradan dış kaynaklardan öğrenilmiştir.

Tesadüf değil.

1748’de Osmanlı’da ilk bilinen Loca, İskoçya Büyük Locasına bağlı İskenderun Locasıdır.

Kurucular:

Humbaracı Ahmet Paşa; alias Chande Alexandre de Bonneval.
Osmanlı’da bir Fransız subayı. 1716 yılındaki Petrovaradin savaşında Osmanlı’ya karşı savaştı. 1729’da Avusturya’ya karşı savaşmak amacıyla Osmanlı Devletinin Bosna eyaletine geçti. III. Ahmet ve Nevşehirli İbrahim Paşa bunu kabul etmedi. Bu arada Müslümanlığa DÖNDÜ ve Ahmet adını aldı. 1731 yılında I.Mahmut döneminde İstanbul’a çağrıldı ve Osmanlı HUMBARACI OCAĞINI-TOPÇU BİRLİĞİ’ni yenileştirmekle görevlendirildi. 1733’te maaşlı Humbaracılar birliğini kurdu.

İbrahim Müteferrika; gerçek adı bilinmeyen, Erdel’li Hıristiyan Macar bir ailenin tanrıbilim okuyan çocuğu. 1691 yılında İstanbul’a gelir ve DÖNEREK MÜSLÜMAN OLUR.

Yirmisekiz Çelebizade Sait Çelebi; Sadrazam. 1720 yılında babası Paris elçisi iken onun kethüdalığını yapar. Masonlarla tanışır. 1727’de İbrahim Müteferrika’nın ilk matbaayı kurmasında büyük ölçüde destek olur.

1861 ve 1867 yıllarında İstanbul’da kurulan Localara başta Sultan V.Murad olmak üzere birçok ünlü sadrazamlar ve devlet adamları katılır.

1905 yılından itibaren ise Localar İstanbul dışında özellikle Makedonta’da Selanik’te açılır.

Bu yıla kadar 23 Loca kurulur, buralarda görev alanlar 1.ve 2.Meşrutiyetin, Yeni Osmanlıların, İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulması ve eylemlerinde bulunmuşlardır.

1 Ağustos 1909 günü kurulan “Mışrıkı Azamı Osmani” adlı ilk Osmanlı Büyük Locasının “üstad-ı azamı” Yahudi dönmesi olduğu sonradan tesbit edilen, ünlü Ermeni tehcirinin kahramanı! Mehmet Talat Sai (Talat Paşa) seçilmiştir.

Tesadüf değil.
1889’da İTTİHAD-I OSMANİ adıyla kurulan, daha sonra İTTİHAD ve TERAKKİ adını alan ve önceleri gizli bir cemiyet olan, 1909’da ise HÜRRİYET ve İTTİLAF’a katılarak tarihe karışan, bu o zamana göre devrimci yanı yadsınamayacak birlikteliğin kurucularından 1/1 nolu üyesi İbrahim Temo’nun anılarının önemli olduğunu düşünüyorum. Bu birliğin diğer kurucu ve üyelerinin de anılarına geçerek ortak bir sonuca varmak istiyorum.
İlk önce Tıbbiye ve Askeri Tıbbiye öğrencileri arasında, Abdülhamit istibdadına (despotizmine) muhalefet etmek ve Osmanlıda bazı devrimler gerçekleştirmek amacı düşünülüyordu. İlk amaçlarından biri okullarının Batı düzeyinde olmasıydı ve bir grevle de bunu duyuruyorlardı.
Abdülaziz zamanında iyice artan bu kokunç baskılara dayanamayıp, Avrupa’nın bir çok ülkesine, özellikle Paris’e kaçan ve orada hareketlerine devam eden bu Münevver’ler kendilerine YENİ OSMANLILAR Avrupallılar ise JÖN TÜRKLER diyorlardı.

Avrupalılar bu harekâtı ahraraneye mensup olanlara, o zaman “Jön Türkler” ismini vermişlerdi. ( İ Temo; İttihad ve Terakki Anıları S.2)
19.yy’ın sonlarına doğru, Paris’te bulunan birkaç Jön Türk’e hangi ulustan oldukları sorulduğunda, önce “Müslümanız” diye karşılık verirler, Müslümanlığın bir din olduğunun belirlenmesi üzerine , “Osmanlıyız” derler; bunun da bir millet olmadığının hatırlatıldığı, ama gençlerin bir türlü Türk olduklarını söylemeyi düşünemedikleri aktarılır.(Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimleri Tarihi. S 344-345)

Yeni Osmanlılar’ın yurt dışına kaçmalarının başlıca sebeplerinden biri olan, Osmanlı istibdadı, yanı sıra Batı örnekleri özellikle Fransız devrimlerinin de onları etkilediğini görüyoruz. Dışardan gelen mektuplar, elden ele dolaşan Fransızca gazeteler, o insanların beyinlerini ve gözlerini açmıştı.
Milas doğumlu Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin anılarında ise bunu daha açık olarak okuyabiliriz.
İzmir vilâyetinde Hukuk Reisi olan Mahmud Esad Efendi Tabiat dersi verirken Halil Menteşeyi etkilediğini anlıyoruz;
“Meslek hayatımda İzmir muhiti çok tesir etmiştir..Orada bir sosyete var... Burada kendimi bir Avrupa aleminde buldum ve daima Avrupa terbiyesi görmüş zevatla temasta bulunuyordum....”.
Halil Menteşe 1894 Nisan’ında okumakta olduğu Hukuk Mektebinden Milâs’a ve uzun bir yolculukla Paris’e kaçar. Hafiyelerin, ispiyoncuların kol gezdiği İstanbul’da, kendisiyle ilişki kuran tanımadığı kişilerden kuşkulanır.
“Ayağım suya erdi. Bir hafiyenin önünde olduğumun farkına vardım. Bu vak’a Avrupa’ya firar kararımın bir an önce verilmesinde ilk âmil oldu.” Diye açıklar.
Niçin Paris?
Yahya Kemal Beyatlı “Paris Sevdası” adlı yazısında;
“Alafranga neslin bir çok çocukları gibi Paris sevdasına tutulmuştum. Memleket zindan, Avrupa’yı nurdan bir âlem gibi görüyordum. İstanbul’un hafiyelik havasından ürkmüştüm. Asya ahlâkından müteneffirdim (nefret ediyordum)... Kendi milli muhitimin cenderesinden kurtulmak... Fransızca’dan tercüme edilmiş romanlarda gördüğüm âleme atılmak istiyordum. Gönlümü Paris’e çeken diğer bir sebep de Jön Türklüktü...” (Yahya Kemal, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım. S.74-75)

Paris o zamanlar Hürriyetseverlerin Sığınağı olarak görünüyordu.
Orada yani Paris’te, İttihad ve Terakki Cemiyetinin şubesi kurulur Halil Menteşe de yurda dönünceye dek bu faaliyetin içinde yer alır.

Meşrutiyet yani ilk meclisli (parlementolu) yönetim 23 Temmuz 1908 yılında tüm ülkede büyük coşkuyla kutlanır.

1908 yılında, Meşrutiyeti kutlamak için İstanbul ve Selânik’de sokaklara dökülen yığınlar, söyleyecekleri bir milli marşları olmadığını farkederler ve Meşrutiyeti Fransız milli marşı ile kutlarlar. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de siyasi Partiler, cilt III s.22 )
“Mebusan Meclisi 17 Aralık 1908 Perşembe günü Abdülhamid’in açış konuşmasıyla çalışmalarına başlar. Orada, yalnız Türk meb’usları “Biz Türk’üz” demeye cesaret edemiyorlardı. Muhammed ümmetinden olduklarına inanmışlardı. Onların bu itikadı o kadar samimi idi ki günün birinde kürsüye çıkan Evkaf Nazırı Şemseddin Paşa nutkunu Arapça söylemeye başlamıştı.”
(Halil Menteşe’nin anıları s.13)
Bu arada 1895’de Ermeni ayaklanması İbrahim Temo’nun anıları arasında önemli bir yer tutuyor.

Ermenilerin 30 Eylül 1895’te Osmanlı idaresine istek ve şikâyetlerini bildirmek için yürüyüş düzenleyerek Babıâli’ye baskın yaptıklarını yazan resmi tarih, ne bu istek ve şikâyetleri ve ne de nedenlerini yazmamaya özen gösteriyordu.
İstanbul’da başlayan, Trabzon, Tekirdağ ve İzmit’e sıçrayan gösterilerde her iki taraftan da büyük can kaybı oluyordu.
“Ermenilerin Babıâli’ye baskın yapmaları dolayısıyla vukua gelen isyan, İstanbul’u altüst etmişti. Ahali büyük bir heyecan içinde idi. Kürtler, Türkler, hammallar, işçiler softalar ellerinde kalın sopalarla her tarafı dolaşıyor, rast geldikleri Ermenilerin kafalarını parçalayarak telef ediyorlardı.
Bu hallerin, hükümetin vaziyet ve akibeti için fena olacağını düşünerek bir Türk ve Müslğman nümayişi yapmaya karar verdim.”
(İbrahim Temo, Anılar S.40-41)

Ardından da 1000 nüshalık bir bildiri hazırlayarak dağıtmaya karar verilir.

Müslümanlar ve ey sevgili vatandaşlarımız Türkler!
Ermenilerin devletimizin en büyük makamı olan ve bütün Avrupalılarca tanılıp hürmet gören Babıâliyi basmağa kadar cüret ettiler. Payitahtımızı bastılar. Ermeni vatandaşlarımızın bu küstahane hareketleri mucibi teessüfümüzdür; lâkin hakikatte zulüm, istibdad ve idaresizlik, bu mucibi teessür ve teessüf hadiseleri doğurmaktadır. Biz Türkler ve umum Osmanlılar gibi bu müstebid hükümetten ıslâhat ve hürriyet isteriz. Cemiyetimiz bu maksadla çalışıyor. Biz bugün, Ermenileri tedibe çalışacağımıza idaresizliğin, zulüm ve istibdadın merkezi olan Babıâliyi, Şeyhülislam kapısını, Yıldızı basarak bu daireleri müstebiblerin başına yıkalım, elele verelim, toplanalım, çoğalalım. Bizim de hürriyete, serbestiye âşık ve müstehak olduğumuzu âlemi medeniyete gösterelim.

Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti

Nurettin Kurtuluş

NOT: 5. Bölümde yazım hatasının olduğunu uyaran bir dostuma teşekkür eder, hatalarımı aşağıdaki gibi düzeltirim.

Taklitçi Osmanoğulları 10.yy Bizansından kopyaladığı Toprak Kanunu’nu pratiğe geçirirken; bölgesel beylik, ağalık vergileri kendi adına topluyor gerekli olan yerlere doğru olarak ulaştırmıyor. Böylece hem köylüler, hem de merkezi otorite geriliyordu.

11.yy’da ise Bizanstaki bu başarısızlık toplumsal yaşamı çökertti. Daha sonraları tüm toprakların Hanedana devredilmesinin reform olarak görülmesi, Türk Köylüsüne devamlılık getirmediği için bir fayda sağlamadı.