Ermeni Meselesi ( 4/10 )

Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. (4) Yahudiler 5 yıllık plân yaparak kendilerini aldatmıyor. Plânları asırlar sonrasına oluyor, sabır ve inatla o günlere hazırlık yapıyorlar. Dünyada tek dost olarak kalan Türklerle iyi geçiniyor saldırmıyor, onları dıştalamıyorlar. Küreselleşmenin onlara Tanrının bir vaadi olduğuna inanıyorlar.

Eylül 30, 2005 - 22:10
 1.8k
Siyonistler, siyonizmin Arz-ı Mev-ûd’ün plâncısı ve pratiğe geçireni oluyor.
Bu arada, önlerine çıkan engelleri acımadan yok etmeye çalışıyorlar.
Ermeniler bunlardan biri mi oluyor?
Yüzyıllar sonra Araplar yok etmek zorunda kaldıkları bir ırk mı oluyor? Eskiden kalan bir hesapları vardı, bunun faturasını mı çıkarıyorlar ve ödetiyorlar?
Bunların cevabını aramakta yarar var diye düşünüyorum.

Türkler günlük yaşıyor “bu dünyayı geçici” gördüklerinden, kısa vadeli, arada 5 yıllık plânlarla “vur patlasın çal oynasın” deyimini, gelecek kuşaklara miras bırakıyorlar. “Her koyun kendi bacağından asılır” diyerek, bireysel çıkarları, bencilliklerini, toplumsaldan üstün tutuyor ve doğal olarak kendi de, toplum da birilerinin yönetimine muhtaç kalıyor.

Varlıklı Yahudiler İsrael’den daha rahat ve emin bukdukları ABD’ye ve Türkiye’ye yerleşirken, siyonizmin valileri ve yoksul Yahudiler İsrael’de yaşıyor.

İç düşman, dış düşmandan daha tehlikeli oluyor ve kendi sonunu getirmede belirleyen de iç düşmandır demekte yarar olduğunu düşünüyorum.

Devşirmelerin içinde Yahudiler yok. Hıristiyanlar başlıca kaynak oluyor. Türkler ise köylülüğüne devam ediyor. Osmanlı ordusunun bir diğer bölümü Azaplarda da bu böyle; Araplar burada çoğunlukta oluyor. Sipahilerde, Yeniçerilerde de aynı yöntem uygulanıyor. Yani Osmanlının tüm kurumlarında hakimiyet Hıristiyan devşirmeşlerinden ve daha sonraları Yahudilerden oluşuyor. Osmanlı ordusunun başına en sonunda eğitmek için ve yönetmek için Polonya, Alman Yahudileri arada Fransızlardan da getirililenleri görüyoruz.
Kurtuluş savaşı öncesi titreyen bazı Türkler, Türkçülüğe sarıldıkları zaman onları eğiten ve yönetenlerin de Alaman ırkçılarından olduğu açıklanıyor.

Osmanlı kendi içinde ve dışında savaşırken, yıkılan Ortaçağ Avrupasının bilim, ilim ve siyasetteki devrimlerini göremiyor. Görse de alay ediyor, aşağılıyor, küfrediyor, bir adım ileri iki adım geri atarak çağın gerisinde kalıyor.

Bir başka göremediği ise;

Yahudilerin devlet içinde devlet olmaları.

Yahudiler; kendi içlerinde dil, gelenek, mezhep, inanış, görenek çeşitlilikleri ve hattâ geldikleri bölgelere göre kültür farklılıklarına dayalı çatışmalar, çelişkiler içinde olsalar bile neticede dışarıya karşı bir bütün olmayı başarmışlardır.

Özellikle, Almanca konuşulan bölgelerden kovulan Eşkenaz Yahudileri öncülüğünde, Hıristiyanlarla ilişkilerini kesmeyi dini bir kural, iş olarak görmüşlerdir.

Bunun yanısıra; günden güne zayıflamakta olan Osmanlı Devletine karşı, yabancı devletler kendilerine yakın buldukları mezhepleri himaye etmeye ve desteklemeye başlamışlar bu da Yahudileri kendilerini daha çok korumaya ve güçlendirmeye yöneltmiştir.

Fransızlar Katolikleri, Ruslar Ortadoksları, Amerikalılar ve İngilizler Protestanların haklarını savunarak Osmanlının iç işlerine karışmışlar ve içerden yıpratmaya sonunu çabuklaştırmaya çalışmışlardır.

Amerikalı Protestan Misyonerler; Ermeniler üzerinde etken olmak istemişler, bunda başarılı da olmuşlardır. 1846 yılında İngiltere elçiliğinin bastırması sonunda Abraham Ütücüyan başkanlığında kurulan Protestan cemaati, 1859’da Padişah Fermanı ile millet olarak tanınmışlardır.

Katolik Misyonerlerinin 1641’de başlattıkları ve sabırla yürüttükleri Katolik propagandalarını yürüten Lâtin rahip Pére Clement Galama ve Misyonerleri 1668’de Anadoluya geçerek; Trabzon, Bayburt, Kars, Gümüşhane, Hasankale gibi yerlerde faaliyetlerini yürütmüşler ve başarılı olarak 1702’de Katolikleri çoğaltmışlardır. Bunların arasına Ermenilerden başka Türklerden de katılanlar olmuştur.

1830’da Fransız Elçisinin çalışması ile II.Mahmud Katolik Ermenilerini cemaat olarak kabul ederken, Andan Nurican Katolik Murahhası (Delege) 1831’de ise Hagapos Çukurcuyan Katolik Ermenilerinin Patriği olarak kabul ediliyor.

Misyonerler Ermenileri Katolik, Protestan olarak bölerken onları daha rahat yönlendirmenin yollarını buluyordu.

“1838’de İngiltere’yle imzalanan Ticaret Anlaşması’nda Bâb-ı Âli Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki bütün ticari kısıtlamaların kaldırılmasını kabul edince bölge İngiltere için bir açık Pazar haline geldi ve Doğu Sorunu’nun önemi daha da arttı. Türkler’in (Osmanlının N.K.) anlaşmadan beklediği, ordusu ve donanması tekellere ve kısıtlamalara ihtiyaç duyan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın zayıflatılmasıydı. İngilizler açısından ise durum açıktı; Orta Doğu pazarları İngiliz endüstrisinin gelişmesi için vazgeçilmez önemdeydi. Puryear’ın belirttiği gibi Manchester imalâtçıları kara ve esmer adamlara ve İslâm dünyası için yaptıkları gömlekler sayesinde geçinmek zorundaydılar.”
(Kaynak: Jale Parla, Efendilik, Şarkiyatçılık,Kölelik, S 69)

Bu Ticaret Anlaşması’ndan sonra; Yahudi düşmanı Hıristiyanlar Ermenilerle Osmanlıdaki işlerini yürütmeleri ve onları Yahudilerin karşısına sürmeleri doğal oluyor. Bu durum ise, en azından Yahudilerin bir bölüm ticaret alanlarını Ermenilere kaptırması olarak düşünülecek olursa, ilk Yahudi-Ermeni soğuk çatışmaları burada başlıyor denilebilir.

Fransız ve İngilizlerin ikili, hattâ üçlü oynaması Yahudilerin üzerine Ermenileri sürerek Osmanlıyı zayıflatma-bitirme anlamında düşünülebilir. Bir taşla üç kuş vurma gibi.

1853’te Fransızlar ve İngilizler destekleyeceklerine net işaretler vererek Osmanlıyı Ruslarla savaşa soktu ve yalnız bıraktı. Osmanlı tüm donanmasını ve dörtbin askerini Sinop önlerinde kaybetti.

John Mason “Türkiye’de Üç Yıl” adlı kitabında şu gerçekçi gözlemlerde bulunuyor:

“Türk (Osmanlı N.K.) tarihinin son on yılı (1850-1860) heyecanlı olaylar ve değişikliklerle doludur. Kırım savaşı, aydın, insancıl ve uyanık kişilerin biraraya gelmesi, bunu izleyen siyasal çalkantılar İslâm toplumunun bir çok gizli kalmış yanını açığa çıkardı, İslâm devletinin mutlakçı temellerini sarstı ve Hilal’i artık Padişah’ın nişanı olmaktan çıkardı. İslâm tarihinde benzeri olmayan bir biçimde Huristiyanlık ilkeleri ve İncil’in öngördüğü kurallar Türk ve Hıristiyan halk için tutarlı bir geçerlilik kazandı.”
(Jale Parla; aynı kitap S 76.)

Aynı yıllarda İstanbul’da bulunan Aubrey de Vére’nin gözlamlari ise şöyle:

“II.Mahmud kendisi için tek güvenli dayanağı kullanıp İmparatorluğunu Doğu’nun kudretiyle canlandırmaktansa ona Batı’nın hayatiyetini aşılamaya çalıştı; daha da akıl almaz bir yanlışlıkla, bu hayatiyeti Batı’nın dışsal özelliklerini taklit etmekle İstanbul’a getireceğini zannetti. Bu tür taklitçilik, bütün taklitçiler gibi, başarısızlığa uğramaya mahkûmdur.”
(Jale Parla; aynı kitap S 76.)
Osmanlı savaşlarla genişlerken, savaşlarla küçüleceğini düşünemiyor.

Osmanlı büyürken pek fazla zorlanmıyor, savaşmayan Yeniçerilerle, devşirmelerle balta girmemiş ormanlarda, balta kullanmıyor ya da nadiren kullanıyor. Küçülürken kayıpları büyük oluyor.

Batı’nın Ortaçağ karanlığı bitmişliğine bitiyor, bitmişliği daha sonra onu büyütüyor, temeli var. Temeli; ilim, bilim ve devrimler, karanlığı bilmek aydınlığı getiriyor.

Emperyal devletler hızlı koşuyor ve yoruluyor ve bitiyor. Dengeleri yok, dengeleri tek yanlı düşünceden kaynaklanıyor, diğer yan dengeleri bozulunca yıkılıyor. Bitmeye ve yıkılmaya mahkûmlar, yerine toplumların aptalca duaları yetmiyor, kabul edilmiyor.

Kadınların kendilerini çirkinleştirmesi için saatlarca ayna karşısında kaldığı gibi, Osmanlı tam tersine aynada çirkinliğine bakarak güzel olduğunu zannediyor. Ayna herbirinin karşısında yalancı oluyor, doğruları saklıyor. Ayna onlar için bir kurtarıcı oluyor, sadece görmek istediklerini görüyorlar.

Babası Fatih Mehmet’i tahta çıkacak bir Şehzade olmadığını, eğitimsiz ve cahil olduğunu görüyor, daha sonra hocasını ayyaş olduğu için kafasını kestirtiyor.
Bayezid babası Fatih Mehmet’i dinsizlikle suçluyor, yağlıboya tablolarını pazarda sattırıyor.
Bayezid zehirlenerek öldürülen babasının gölgesine dahi tahammül edemiyor.
Padişahların ayyaş olduğu, kadın ve oğlan düşkünü olduğu dilden dile dolaşıyor.

İstanbul’un gerçek yerlilerine, sahiplerine tahammül edilemiyor; Türkleştiremedikleri, asimile edemedikleri Rumları vatanlarından 6-7 Eylül 1955’te atıyorlar. 120 bin Rum Yunanistan’a göçmen oluyor, orada saygınlık kazanamıyorlar “Türk tohumu” denilerek hakarete uğruyorlar.
Bu, Türkiye’yi Türkleştirmek isteyen Türk Faşistlerinin başarısı oluyor.

Osmanlıya ve yedi düvel’e karşı; Devşirmesiz, Yeniçerisiz, Sipahisiz, Avdetisiz, Osmanlının ezdiği yoksul bıraktığı Anadolu halklarıyla Kurtuluş savaşı veren Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu genç Cumhuriyet te 2.Savaş’ta durdu ve yürüyemedi.
Cumhuriyetin ilke ve devrimleri kısa bir süre sonra sadece heykellerle, bayramlarla anılmaya başlatıldı.

Düyun-u Umumiye’ye gırtlağına kadar borçlanan Osmanlının bıraktığı gelenek, miras 1951’den itibaren başarıyla uygulatıldı.

Osmanlı iç düşmanlar, iç savaşlarla küçültülmüştü, sonunu getirmişti.

Bu küçültülmüş Anadolu’yu dışa karşı savaşlarla devralan Lâik Türkiye Cumhuriyeti bugün tekrar, Osmanlının baktığı aynaya bakıyor, orada Batı’yı görüyor, taklit etmeye çalışıyor, olmuyor.

Küçülmeye ve küçültülmeye gidiş var, Batı’ aynanın içinde şirin görünmeye çalışıyor, birilerine.

Batı Ortaçağ karanlığından çıktığı gibi, 2. Savaş felâketinden de çıkıyor ve koşuyor.

Lâik Türkiye Cumhuriyeti durduğu yerde saydırılırken; şimdi bir adım ileri iki adım geri yürütülüyor, vites değişmeli, değiştirilmeli...

Osmanlıda Yahudi partisi “Avdeti” devletini kuruyor ve bugüne Küreselleşerek geliyor...

4. bölümün sonu.

Nurettin Kurtuluş