ŞEHRİN ÖBÜR YAKASI

Köprü aralığındaki dar sokaktan sola dönüp aşağı doğru kıvrılan yolda yürüyoruz. Mahallenin içine girdiğimizde, araştırmacı yazar Neşe Karel, tarihi hamamın önünde durup bir fotoğraf çekmemi istedi. Onun ilk fotoğrafını, Demirtaş Hamamının önünde, diğer fotoğrafını da caminin karşısında duran tarihi çeşmenin yanında çektim.

Aralık 29, 2006 - 05:16
 2.8k
Çeşme hakkında fazla bilgi edinememiştik ama hamam, XIV.yüzyıla ait tek hamamlar grubundan olup, Yıldırım Beyazıt döneminde Demirtaş Paşa’nın oğlu Oruç Bey tarafından yaptırılmış.

Karşı kaldırımın üzerinde yedi-sekiz yaşlarında iki kız çocuğu oturuyordu. Bizi görünce, hoplaya zıplıya yanımıza gelerek neden fotoğraf çektiğimizi sordular. Onları gören diğer mahalleli çocuklar da yanımıza gelmişlerdi. Biz önde, mahallenin meraklı çocukları arkada fareli köyün kavalcısı gibi hep birlikte mahalle içlerine doğru yürümeye devam ettik. Çok geçmeden gruba bir de kızıl saçlı bir erkek çocuğu katıldı. Onlara bir araştırma yazısı hazırladığımızı ve mahallenin en yaşlı insanıyla konuşmak istediğimizi söyledik. Kızıl saçlı erkek çocuğu hemen ortaya çıkıp, yaşından olgun bir yüz ifadesiyle "benim babaannem çok yaşlıdır, sizi ona götüreyim" dedi.

Kızlar ve diğer çocuklar yanımızdan sessizce ayrıldılar. Kızıl saçlı çocuk, kendinden emin bir tavırla önümüzden gidiyordu. Biz de etrafımıza bakınarak mahallenin kargacık burgacık dar yollarında kızıl saçlı çocuğu takip ettik. Herkesin kendi imkanlarıyla yaptığı rengarenk boyanmış derme çatma evlerin arasından geçtik. Köşe başlarında üçer beşer kişilik gruplar halinde toplanan, koruganlığı olmayan teras katlarında çamaşır asan kadınları, evlerinin yanından aşağı doğru sarkan çürümüş saç oluklarını onarmaya çalışan, koşar adımlarla camiye giden adamların yanından geçerek babaannenin oturduğu eve geldik.

Kızıl saçlı küçük çocuk, çok önemli bir görev üstleniyormuşcasına dimdik omuzları ve kararlı adımlarıyla oturdukları evin avlusundan içeri girerek babaannesine, "Babaanne bak, sana kimleri getirdim" diye seslendi..

Avlunun sol tarafında, etrafı toplama tahtalarla çevrilmiş bir tuvalet, karşısında küçük bir lavabo duruyordu. Lavabonun üzerinde kenar sırları dökülmüş küçük bir ayna asılıydı. Aynanın hizasına çevresi tığ işiyle örülmüş bembeyaz bir havlu asılmıştı. Babaanne bizi görünce meraklı gözlerle yanımıza geldi, “Hoş gelmişiniz, buyurun içeri” dedi. Ayakkabılarımızı avluda çıkarıp geniş camlı oturma odasından içeri girdik. Neşe, gülümseyerek "Senin babaannen o kadar da yaşlı değilmiş" dedi kızıl saçlı çocuğa. Ama o, kendince haklıydı. Elbette ki babaannesi, ona göre yaşlıydı.

Oturma odasındaki tahta sandalyenin üzerinde eski bir dikiş makinesi ve makinenin üzerinde dikişi yarım kalmış çeyizlik bir örtü yarısı yere sarkmış öylece duruyordu... İnce uzun bacaklı bir sehpanın üzerine kırmızı bir telefon koymuşlar, üzerini el işi küçük bir örtüyle örtmüşlerdi. Kireç badanalı oturma odasının duvarının orta yerinden hazır desenli bir kontur geçirmişler. Ev, öylesine özenerek döşenmiş ki gözümü nereye çevirsem bir eşyanın üzerinde göz nuru dökülmüş küçük beyaz örtülerden duruyordu. Büyük emekler karşılığında sahip oldukları derme çatma evin her bir eşyası onlar için çok değerli olmalıydı... Sehpanın üzerinde yarısı su dolu bardağın üzeri bile dantel işlemeli örtüyle örtülmüştü. Evin hanımı Safiye, siyah bukleli saçlarını iğne oyalı beyaz bir yemeni altına gizlemiş, uzun çiçekli basma eteğinin altına siyah kalın yün çoraplarını giymişti. Ona bir araştırma yazısı hazırladığımızı, bu mahalleye yerleşen ailelerin kökenlerine dair ne biliyorsa bize anlatmasını istedik.

Yıllar önce Safiye Hanım’ın babası Mustafa Bey, Yunanistan’da tütün eksperliği yaparak hayatını kazanırmış. Ailece Bursa’ya göç ettikten sonra Mustafa Bey, inşaatlarda işçi olarak çalışmış. Dokuz çocuklu ailenin en küçüğü olan Safiye Hanım, parasızlıktan ilk okul dördüncü sınıfı terk etmek durumunda kalmış. Bir tek okuma-yazması ona kar kalmış. "Dünyevi, dini, ne bulursam okurum. Pazardan aldığım içi sebze dolu kesekağıtlarını bile açar bulmaca gibi yazıları yan yana getirir okurum, çünkü okumayı çok seviyorum. Her gün yeni şeyler öğrenmeyi de" diyordu gözleri ışıldayarak. Öğrenmeye bu kadar meraklı bir insan daha iyi şartlarda yaşayıp yüksek okullarda okuyabilseydi belki bu gün çok daha farklı bir hayatın içinde olacaktı. Safiye Hanım’ın bu sözleri, “Kitap okumaya hiç zamanım yok” diyen insanları hatırlatmıştı bana.

Safiye Hanım ilk evliliğini on altı yaşında Ali Bey ile yapmış. Bu evlilikten üç çocuk olmuş. Ali Bey, içki içer, sağa sola sürekli borçlanırmış. Sonra borçlarla başa çıkamayınca ufacık şeyleri bahane ederek her defasında Safiye Hanımı öldüresiye dövermiş. Üstelik çalıştığı fabrikada dul bir işçi kadınla bir süre dost hayatı yaşamış. “Yıllarca katlandım adamın yaptıklarına iş yok, aş yok. Ana, baba sizlere ömür... Üç çocuğumla nereye giderdim? Dayak da yedim, dost hayatını da kabullendim ” diyordu sesi titreyerek... Safiye Hanım, kendi ayakları üzerinde duramayan çaresiz kadınlardan yalnızca bir tanesiydi. Koca dayağına, kumaya razı daha nice Safiyeler vardı.
Ali Bey, bir akşam, evlerine konuk ettiği bir arkadaşıyla masada içki içip yemek yerken, aralarında çıkan bir tartışma sonunda arkadaşı tarafından kasığından bıçaklanmış, Ali Bey, taksiye taşınıp hastaneye gidene kadar kan kaybından ölmüş. Bir sigortası bile olmayan bu adam, geride bir kadın ve üç yetim çocuk bırakmış. Safiye Hanım o gün bu gün, yemeden, uyumadan, sabahlara dek dikiş dikerek kocasının kalan borçlarını ödemeye çalışmış. Bütün bu olayların üzerine aydan aya ödediği borçlara yetişemeyince evlerine haciz gelmiş. Haciz memurları Safiye Hanım’ın dışarıya çeyiz hazırlayarak ekmek parasını kazandığı dikiş makinesini ve odanın köşesinde beyaz örtülü sehpanın üzerinde duran televizyonunu alıp götürmüş. Her şeye rağmen o, hayatta kalmaya çalışmış, hastalanmış parası yetmediği için ilaçlarını alamamış uzunca bir süre. Yokluk ve yoksulluk içinde yaşamış. Buğulu gözleriyle bize bakarak "Yüzüm gülüyor belki ama iç organlarım öldü" diyordu.

Bütün bunların yanında dar bir çevrede üç çocuklu dul bir kadın olarak yaşamanın zorluklarını çekmiş. Dul kalması nedeniyle mahallede oturan komşuları her işine karıştıkları için Safiye Hanım’ın yaşantısı günden güne zorlaşmış. Genç kadın, bu sıkıntılara daha fazla katlanamayınca, mahalle muhtarının uygun gördüğü ve bir fabrikanın servis otobüsünü işleten İsmail Bey’le bir kap sıcak çorba ve başını sokacak bir ev uğruna ikinci evliliğini yapmış. Gözleri uzaklarda bir şeyler arar gibi yarı dalgın "Daha ne isterim ki" diyordu. "Adamla odalarımız bile ayrı... Ben erkeğime bakıyorum, bir eksiği olmasın diye çırpınıyorum ne kadar çırpınsanız yaramıyor. Yıprandım, hasta oldum, ondan da dayak yedim ama yine de şükür Rabbime. Beni kocasız ve aşsız bırakmasın"... Bir süre sonra sokak kapısı açılıyor. İçeriye ince, uzun boylu, kızıl saçlı genç bir kadın giriyor. Safiye Hanım, “İşte Zehra, gelinim” diyor. Zehra gelin, elimizi sıkıp yanaklarımızdan öpüyor. Paltosunu ve baş örtüsünü askıya astıktan sonra soluklanmadan ve bize bir şey sormadan yerine getirilmesi gereken bir görevi üstlenircesine mutfağa girip bize pişirdiği bol köpüklü Türk kahvesinden ikram ediyor.

Safiye Hanım, yanına oturan gelinine sarılıp "İşte.. ailemin en vefalısı. Kızım, can yoldaşım, değerimi bilen, tek varlığım" diyor. Zehra, başını usulca Safiye Hanım’ın omzuna yaslıyor, Safiye Hanım, onun saçlarını okşuyor. Bu sevgi dolu insana ve aralarında kuvvetli bağlarla ördükleri gelin kaynana ilişkisine imrenerek baktım. Okumak, belirli bir kültür düzeyinden geçmek elbette çok önemliydi ama yokluk içinde yaşayan ve hiçbir eğitim görmemiş insanların birbirlerine olan saygısı ve bağlılığı derinden duygulandırmıştı beni.

Üniversiteyi bitirmekten ya da mal-mülk sahibi olmaktan daha büyük değerler vardı hayatta. Şiir güzelliğindeki bu sevgi dolu fakir insanlar, yapmacıksız ve her türlü çıkar duygusundan uzak gerçek bir insan olmanın en güzel örneğini yansıtıyorlardı. Uzunca bir süre Bursa’ya göç eden Yunanistan Türkleri hakkında konuştuk. Safiye Hanım anlatmış, biz dinleyip notlar almıştık. Sonra daha detaylı bilgiler alabilmemiz için bize "Şimdi daha çok bilgi almanız için sizi mahallemizin en yaşlısı Ali Rıza Amca'ya götüreyim" dedi. Usulca yerinden kalkıp başına iğne oyalı beyaz bir tülbent bağladı, gri pardesösünü omzuna aldı ve hep birlikte evden çıkarak kargacık burgacık dar yolların üzerinde yeniden yürümeye başladık .

Mahallenin iki sokak ötesinde duran bir kısmı bacadan çıkan kömür isine boyanmış, yavru ağzı viran bir evin kapısını çaldık, kimse açmadı. Safiye Hanım evin arka cephesini dolanıp odanın camına eliyle bir kaç kez kuvvetlice vurdu. "Aç Ali Rıza Amca, kapıyı aç bak misafir getirdim sana" diye seslendi kargışlı sesiyle.. Saçları pamuk helva gibi puf puf olmuş Ali Rıza Amca küçük adımlarla kapıya gelip meraklı bakışlarla bir süre bakındıktan sonra bizi içeriye aldı. Bir daha görüşmek umuduyla Safiye Hanım’la kapıda vedalaştık.

Kapı girişindeki minik avludan geçip onu takip eden ve oturma odasına açılan birkaç basamak taş merdivenden çıktık ve kapı girişinde ayakkabılarımızı çıkartıp taş merdivenin üzerine serilmiş, yarı yıpranmış renkli kilime basarak oturma odasına girdik. Döşemelerin altından küf ve rutubet kokusu geliyordu. Sağ tarafta gündüz oturmak ve gece de yatmak için çek-yatı açık bırakmışlar, çek-yatın üzerinde kenarı işli yıpranmış gri-siyah renkli bir battaniye örtülmüştü. Ali Rıza Amca, bize atalarının ilk göç zamanını anlatırken buz mavisi gözleriyle uzaklara bakıyordu. Kireç badanalı odanın kapısının arkasında portatif bir askı asmışlar. Cebi sökülmüş siyah bir pantolon, telası yıkanmaktan toplanmış ve solmuş uzun kollu kahverengi çizgili bir gömlek. Tüm kıyafetleri kapının arkasındaki o askıda asılıydı belki de. Yaşadıkları o tek odanın içinde başka dolapları da yoktu. Odanın bir köşesinde beş altı çekmeceden oluşan yaklaşık kırk ya da elli yıllık yüksek bir konsol duruyordu. O çekmecelerin içinde neler olabileceğini ve kapının arkasında asılı kıyafetlerinden başka kıyafetlerinin olup olmadığını, varsa bu giysileri nerelerde muhafaza ettiklerini merak etmiştim..

Üzerine oturduğum ve yer yer toplanmış pamuk yataklı divanın yanındaki küçük portatif masanın kenarında büyük bir alüminyum tencere koymuşlardı. Tencerenin kapağını usulca aralayıp bakmak istedim, bakamadım. Konsolun üzerine tığ işi beyaz iplikten bir örtü sermişler. Üzerinde küçük ekranlı bir televizyon duruyordu. Çek-yatın yanındaki divanda Neşe ile oturuyoruz. Hemen karşımızda da farklı renk ve modellerde kaplaması yırtılmış, kromajı atmış, üç tane demir ayaklı sandalye duruyordu. Ali Rıza Amca’nın gözleri zaman zaman uzaklara dalıyor, ağlamaya hazır çocuklar gibi alt dudağını hafifçe aşağı doğru kıvırıp sitemkar bir biçimde "Hanım beni yine yalnız bırakıp kızına gitti" diyordu.

Sonra bize dönüp seksen beş yaşında olduğunu ve beyin damarlarının dört yerden tıkalı olduğunu söylüyor, göçler hakkında bize belli belirsiz bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Kah gidiyor, kah geliyordu Ali Rıza Amca’nın aklı. Teşekkür edip ona mahallenin camisini gezmek istediğimizi söyledik. Çocukça bir heyecanla "Sizi oraya ben götürürüm" dedi. Ayağa kalkıp terliklerini odanın bir köşesine ayağıyla ittirdi. Çizgili pijamasının üzerine fermuarı bozuk bir pantolon giydi ve belini derisi yıpranmış siyah bir kemerle sıkıştırdı. Biz ayakkabılarımızı bağlayıp sokağa çıkana kadar beyin damarları dört yerinden tıkalı Ali Rıza Amcamız, bizden önce koşar adımlarla caminin önüne gelmişti bile.

Ali Rıza Amca, kendisini ziyaret etmeden yarım saat önce bize, caminin kapalı olduğunu söyleyen bekçinin sözünü yalanlarcasına kendinden emin tavırlarla kapıya yönelip kimseye bir şey demeden içeri girdi ve bir yandan “haydi çabuk” dercesine sol eliyle bize işaret etti. Hep birlikte camiyi gezdik. (Cami, XIV.YY.'ın sonlarında Beyazıt'ın komutanı Timurtaş Paşa veya Timurtaş Paşa'nın oğlu Ali Bey tarafından yaptırıldığı söyleniyor. Caminin kuzeyinde bulunan minare, özgün özellikleri ile Bursa'nın en ilginç yapılarındanmış. Duvara caminin tarihçesi asılmış.) Neşe Karel gözlüğünü almadığı için yazıları okuyamıyordu. "Ben sana okurum" dedi Ali Rıza Amca. “Kataraktlı” dediği gözleriyle caminin tarihçesini gözlüksüz, tereddütsüz ve yanlışsız bir çırpıda okudu.

Bir süre sonra caminin aralık duran kapısından Safiye Hanım’ın elinde, kenarları dantel işlemelerle çevrelenmiş bembeyaz bir havlu ve iğne oyalı kan kırmızı bir tülbentle bizi beklediğini gördük. Kapıdan çıkıp yanına gittik. Bize "Madem buraya kadar geldiniz, sizi hediyesiz hiçbir yere bırakmam" dedi. O gün, yüreğimi Ali Rıza Amca’nın çocuksu telaşında ve Safiye Hanım’ın onulmaz acılarla dolup taşan hayatında bırakıp başka mahalleler ve başka insanların hayat hikayelerine karışmak adına Demirtaş Mahallesinden ayrıldık.

Ben her zaman, geçmişimizde yatan hazinelerin olduğunu düşünürüm.
Bursa topraklarında ailesinin kökenine sahip çıkan Neşe Karel, buğulu gözlerinin ardında barındırdığı anılarını ve ilk aşkı olarak tanımladığı "Bursa"yı yazarken şehrin öbür yakasında, derin acılar ve yokluklarla savaşan güler yüzlü misafirperver insanların barındığı başka hayatların olduğuna ilk kez tanıklık ediyordum.

Alev Kutluözen.