İDİL HÜCRE EVİ'NDE O GÜN NELER OLDU?

Kimse davet etmemişti onları. 1 Nisan sabahı, ellerinde silah ve telsiz olan adamlar bir anda doluşuverdiler içeri. İlk gelişleri olmadığı gibi, bizim de onları ilk görüşümüz değildi. Silahlı ve telsizli adamlar, kültür merkezimizden içeri girdi. Dolaştılar yavaş yavaş, gezdiler, adımladılar.

Mayıs 5, 2004 - 16:01
 2.1k
Eller uzandı, üstümüze başımıza, ceplerimize, çantalarımıza, çekmecelere, dolaplara, kütüphaneye...

Kitaplar dizildi sıra sıra. İncelendi bir bir; Komünist Manifesto, Marks, Engels, Lenin Tolstoy, Gorki, Dostoyevski, Gogol, Sheakspeare, Neruda, Mayakovski, Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali... Sıra sıra raflardan indirilip, gözden geçirildi. Belki; o kitapları indirenler, bir satırını bile okumamışlardı hiç birinin. Sanki, bütün hepsi bir duvara sıralanmıştı ve birazdan kurşuna dizilecekti.

Yine, birer birer indirildi klasörler. Şiirler incelendi mısra mısra... Tiyatro oyunları, kitaplar, dergiler birer birer döküldü ortaya. Notalara bakıldı. Akorlara, solfej kitaplarına... Müzik kasetleri döküldü yerlere.
Fotoğraflara bakıldı birer birer. Bir yerlerde sergilenmiş fotoğraflar, insan yüzleri... Gülen, ağlayan çocuklar; çöp toplayan kadın ve erkekler... kağıt mendil satan çocuklar, ırgatlar, maden işçileri, miting meydanları, grev çadırları... İşkencede çarmıha gerilmiş bir beden, evladının mezarına yüzüstü kapanmış bir ana... Bir de şehitler... Ölüm orucu şehitleri ve kınalı elleri... “zafer” diyen elleri...

Hepsi döküldü ortaya. Biz hepsini gördük. Göz göze geldik hepsiyle. Onlar bize, biz onlara baktık. Korumak, kollamak istedik. Hepsinin üzerine titredik, incinmesinler diye. “Dokunmayın! Kırıştırmayın! Kirletmeyin!”

Bilgisayarlar söküldü yavaş yavaş. Tavır’ın emektar bilgisayarı gidiyordu... Ne emeklerle almıştık o bilgisayarı, dişimizden tırnağımızdan artırarak. Alıp getirdiğimizde çocuklar gibi sevinmiştik! Tavır’ımızı daha hızlı, daha güzel hazırlayacaktık artık. Bir nazar boncuğu bile takmayı düşünmüştük bilgisayara! Gidiyordu şimdi işte... Bir daha asla gelmezdi. İdil Yapım’ın filmlerini kurguladığımız bilgisayar, Grup Yorum’un bütün şarkı notalarının kayıtlı olduğu bilgisayar... Hepsi birer birer söküldü.

Arşivler kurcalandı. Tavır’ın mutfağı darmadağın edildi... Tavır, “incelenmeye” alındı. Tavır Dergisi toplatılmış mıydı acaba? Tavır, falanca sayısı... Balyalar indirildi usul usul... Bilgi gitti, bilgi geldi telsizin bir ucundan diğer ucuna..

Birilerinin boyasını döken, hırçın çocuğumuz, Tavır’ımız; olan biteni bir köşeden izliyor, kıs kıs gülüyor ve göz kırpıyordu bize. “Beni merak etmeyin!”

Tepeden bakıyordu hepsine. Bu çocuk asla uslanmayacaktı! Ne kadar cici bici bir çocuk yapmaya çalışsalar da, Tavır; yine öyle hırçın, asi, yaramaz olacaktı. Konaklarda yalılarda değil, ellerimizde büyüdü Tavır. Gençtir ama cuntalar görmüştür. Baskılar, kara günler... Gençtir ama bilgedir. Yoksul mahalleleri gezer her ay. Kapı kapı girer yoksul kondulara. Her birinin evine konuk olur; derdine ortak... Hapishaneleri gezer dolaşır her ay. Ne zaman varsa hapishaneye, hemen tecrit hücresine alınır. Günler, geceler boyu bekletilir; ziyaretçisiyle haftalarca görüştürülmez. Bazen de hiç... Dolaşır bize gelir, bir defa daha göndeririz. Pırıl pırıl bir güneş gibi doğar tecrit hücrelerine Tavır. Gökyüzünün mavisini götürür onlara, çimenlerin yeşilini. Yoksulluğu götürür, öfkesini... Muzip gülüşünü götürür Anadolu insanının. Şarkı, türkü notası, bildik tanıdık bir insan yüzünü götürür onlara. Haberler götürür sevdiklerinden. Her ay giydirip, süsleyip, göndeririz sevenlerine Tavır’ı; bir bayram çocuğu gibi. Girdiği yerde, bayram sevinci yaşanır çünkü. Bunu en iyi, o anı yaşayanlar bilir. Büyük grossmarketlerin vitrinlerini sevmez Tavır. Zengin semtlerini de. Yaldızlı ekranlarda tanıtılmaz, bilboardlarda resimleri çıkmaz, büyük gazetelerde ilanları yoktur. Bir yoksul halk bilir Tavır’ı, bir de onu halkına yasak edenler. Anadolu’yu dolaşır, köylere bile gider. Mahallelere, ilçelere... Plazalarda doğmadı ellerimize... Tekellere dayamadı sırtını. Bağımsızdır. Özgürdür, bir sokak çocuğu gibi. Serttir dili, keskindir. Konuşunca, ağır konuşur. Çoğu zaman, bu yüzden başına gelmedik kalmaz. Biz onu böyle olduğu için severiz. Sesimizdir her yere ulaşan...

İşte o gün, her zamankinden huysuz, öyle bir tepeden bakıyordu ki onlara! Görmeliydiniz o bakışları...
Hırpalanmıştı biraz, darmadağındı ama gözleri çakmak çakmaktı. Her an sapanını çıkarıp bir taş atacak gibi duruyordu. Tutup çekiştirerek, Tavır’ı da koydular Marks’ın, Engels’in, Lenin’in yanına. Yirmibeş yaşının en gururlu haliyle selamladı usulca onları Tavır. Yanyana durmalıydılar zaten... Hep yanyana. Birazdan götürüleceklerdi. Kolkola kenetlendiler, sakindiler.

Tavır bürosunun hemen yanındaki ahşap kapıdan içeri girdi sonra, telsizli adamlar. Odanın kapısında “Grup Yorum” yazıyordu.

“Grup Yoruuuuuuuum... Hımmm... burası Yorum’un odası demek. Küçücük bir yer. Binlerce kişiye ulaşan ses buradan mı çıkıyormuş? Bu küçücük odadan mı?” Duvarda asılı duran bağlamalar, cevapladı onları: “Demek yine geldiniz Hızır Paşa’lar. Daha usanmadınız mı? Kaç kez çektiniz bizi darağacına? Kaç kez attınız fırınlara? kaç kez paramparça ettiniz gövdemizi? Biz; Pir Sultan’ın, Karacaoğlan’ın, Kaygusuz Abdal’ın, Ruhi Su’nun ellerinden süzülüp geldik buralara. Peki ya siz? Siz nereden gelirsiniz? Hangi konaklardan, saraylardan gelirsiniz? Biliriz; bizim kadar eskidir soyunuz. Tiranlar, tanrılar kadar eskisiniz. Ancak, hep yenildiniz. Demek bir kez daha yenilmeye geldiniz. Hoş gelmediniz Hızır Paşa’lar, safalar getirmediniz. ”

Hemen köşede duran gitar devam etti. “Ooooo... Pinochetler! Demek burada da buldunuz beni! Nerelerden gelirsiniz? Hangi plazalardan? Yüksek güvenlikli binalardan? Ben kıtalar ötesinden geldim buralara. Tanıdınız mı? Şilili Violeta Parra’nın, Arjantinli Atahualpa Yupanqui’nin, Kübalı Carlos Puebla’nın ellerindeyken söyledim dünya devrim şarkılarını. 11 Eylül 1973 size neyi hatırlatıyor? Hiç bir şey hatırlamadınız mı? Biraz daha düşünün... 11 Eylül gününün Şili’sini. Victor Jara’yı nasıl unutursunuz?... “Ölümsüz Şarkı”yı?.. O gün Şili’de, Santiago Stadyumu’nda kesmiştiniz parmaklarını. Hatırladınız mı şimdi? Ben onun gitarıyım. İyi bakın tellerime, durur hala kan lekesi. Latin Amerika’nın bütün dağlarını gezdim de geldim. Sierra Maestra’da patikaları dolaştım; Fidel’in, Che’nin ve yoldaşlarının omzunda. “Matarada su”ydum, “torbada ekmek”, yürekte umut... Şimdi buradayım; bir kez daha, karşınızda. Bir kez daha parçalasanız tellerimi; bir ıslık olur ulaşır yine sesim kıtalar ötesine, And Dağları’ndan Anadolu’ya...”

Gitar, sözlerini tamamlamak üzereydi ki bir köşede dimdik duran kavallar teker teker konuşmaya başladı. Kavallar, mey, duduk, davul bütün Anadolu’yu anlatıyordu hep bir ağızdan! Sesleri birbirine karışıyordu. Kavallar dolaşıyordu Anadolu’yu diyar diyar. Yanık yanık söylüyorlardı türküleri.

Türkülerle Anadolu kokuyordu oda, cıvıl cıvıl, dertli dertli Anadolu. Erzurum’dan, Arguvan’dan, Malatya’dan, Maraş’tan, Sivas’tan, Kerkük’ten, Erzincan’dan, Trabzon’dan, Aydın’dan geliyordu türkülerimiz:

“Akdeniz yakası Aydın illeri /Kuşlar gider bizim Dede Sultan’a /Cemalin görünce yürüdü dağlar /Taşlar gider bizim Dede Sultan’a
Baba Musa’mızdan almış cehdini /Gördün mü Kaygusuz, zulmün vaktini /Padişahlar tacı ile tahtını /Yoklar gider bizim Dede Sultan’a...”

Grup Yorum’un odası talan edilirken, türkülerin biri bitiyor, biri başlıyordu. En son yine Grup Yorum’un sesi: “Haklıyız Kazanacağız” diyordu kırık bir ezgi...

Tam Grup Yorum odasından çıkarlarken, karşı duvardaki Ayşe Gülen’in gözleri geldi, delip geçti göğüslerini. Ayşe Gülen, devrimci bir sanatçı... Hemen yanında Ayşe Nil. Bu kurumun emekçileri. 1992 yılında katledildiler. Hep gülen gözleriyle seyrederler bizi o duvardan. İdil, hemen yanlarında oturur. Üçü yan yana, omuz omuzadır. Gelip geçerken selamlaşırız onlarla, konuşuruz bazen. Hep üzerimizdedir gözleri. Devrimci sanatçılar’ın resimleri yan yanadır tiyatro sahnemizin duvarında. İşte hepsi o gün yaşananlara tanıktılar. Hepsi bir bir söyledi bize o gün yaşadıklarımızın ne anlama geldiğini. Hepsinin diyecek bir çift lafı vardı, kurşun gibi ağır. Sakindiler.

Duvardakilerin hepsi görmüş geçirmişliğiyle seyrediyorlardı. Kimi katledilmiş, kimi sürgüne gönderilmiş, mahpus damında ömür tüketmişti. İşkence görüp dost ve memleket hasreti çekmişlerdi. Kitapları toplatılmış, kendi dilinde yasaklanmıştı. Filmleri yakılmıştı kiminin, kiminin söylediği türküler yasaklanmıştı. Bizimdiler, bizdendiler. Öğretendiler. Her gün o duvardan izlerlerdi bizi.

Yılmaz Güney çatmıştı kaşlarını o gün. O kadar öfkeliydi ki kaşlarını çatıp olanları izliyor ve bize bir şeyler söylüyordu. İşitmek zordu söylediklerini. İyice yanına vardık ve dinledik Yılmaz Güney’i:
“Biz.” dedi “Biz sazımızı çok iyi, çok iyi çalmalıyız. Biz; iyi, çok iyi türküler söylemeliyiz... Dağlarımız, ovalarımız, ormanlarımız bizi bekliyor. Biz yiğitlikleriyle destanlar yazmış bir halkız. Ve önümüzde duran bütün güçlükleri yenecek azme ve güce sahibiz... Dost ve düşman herkes bilsin ki, kazanacağız... Mutlaka kazanacağız!..”
Bunları söylerken Yılmaz Güney, sol yumruğunu havaya kaldırıp güçlüce sıkmıştı. Söylediklerini duymamalarına imkan yoktu ama duymamış gibi davranıyorlardı.
Duvar boyunca geziniyorlardı. Nazım’ın yanına varıp sordular: Kim bu? Nazım cevapladı soruyu:

“Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret
ve ümitten ibaret...”

Nazım’ın söylediklerinden hiç bir şey anlamadıklarını düşündük bir an. Nazım kurnazca gülüyordu! Tam dönüp gidiyorlardı ki, Nazım devam etti yüksek sesle:

“...Vatan hainiyim,
siz vatanperverseniz,
siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim,
ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin
içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse,
vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri,
Amerikan bombası,
Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa
kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim!”

“Vatan haini” Nazım Hikmet’in yanından hızlı adımlarla uzaklaştılar.
Sonra “mühürler” getirildi!.. Kırmızı mumlu mühürler. Tiyatro salonunun kapısına varıldı. Tiyatro kapısında bulunan maskelerden biri ağlıyor biri gülüyordu bu duruma... Bertolt Brecht, ağzında purosuyla tiyatro salonunun mühürlenmesini bütün ayrıntılarına kadar izledi. Bir bir not aldı her anını. Elini çenesine koymuş, derin derin düşünüyordu, tiyatro salonu mühürlenirken...

Sonra üç adım öteye gitti telsizli adamlar. Duvardan seyrediyordu onları, kocaman mahsun gözleriyle Şarlo. Tam Şarlo’nun önünde durdular. Bir süre bakıştılar. İyice yaklaştılar ve bir çekiç darbesiyle Şarlo’nun başına bir çivi çaktılar! Sonra bir çivi de dizlerine! Biraz kıstı gözlerini. Sıktı yumruklarını ve dişlerini. O kocaman mahsun gözleri biraz cık doldu yalan yok... Göz göze geldik o anda. Şarlo sakindi... Yiğidi öldür de hakkını yeme demişler, onca işkenceye rağmen gıkını çıkarmadı... “Bunlar ne ki!..” der gibi baktı bize. Öyle ya, “Büyük Diktatör”ler görmüştü Charlie Chaplin! Büyük diktatörleri bir böcek gibi ezerek aktarmıştı beyaz perdeye.
Hasan Hüseyin derin derin dalmıştı ama gülümsüyordu. “Girdiler” diyordu.

“girdiler kapılardan
girdiler pencerelerden
mektuplardan, kitaplardan, telefonlardan
girdiler kirlettiler ve gecemizi
girdiler ağrıttılar ve gündüzümüzü
işimize saygımızı
ölümüze acımızı
sayrı yatağımızı
özlemlere, sevgilere, sular gibi akışımızı
kıyımlara, kıranlara
türkü türkü bakışımızı
göz gözelik
diz dizelik
şu hancı dünyamızı
girdiler
kirlettiler
insan onurumuzu
insan yüzü güzeldir
çirkindi bunlarınki
insan yüzü sıcaktır
soğuktu bunlarınki
elleri el değildi
eli andırıyordu
gözleri göz gibiydi
bakışsızdılar
göğse benzer bir kafesti taşıdıkları
içinde yürek yoktu
kapıların arkasında emeklememiş
beşiklere belenmemişlerdi karda tipide”

Hasan Hüseyin daha şiirini bitirmemişti ki, bir örümcek nasıl ağ örerse öyle ördüler kapı olmayan yeri. O çividen diğer çiviye sonra çapraz, sonra düz. İri, siyah elli bir adam yapıyordu bu işi. Hasan Hüseyin, düşünüyor, Enver Gökçe ise bize dikiyordu gözlerini. Her zamankinden daha dikkatli bakıyordu. Usulca yanına çağırdı bizi. “Sizlere kanım kaynıyor, yabancı değilsiniz bana!” dedi birden. Sonra kulağımıza der gibi konuşmaya başladı:

“Anamız birdir,
aynı memeden emmişiz dostlar
Kan kardeşiz
Sizlere kanım kaynıyor...
Sizlerle beraber terkettik toprağı
Beraber yattık hapiste
Beraber teskere aldık
....

Daha da yatarız dostlarım daha da
Gün gelirse eğer
Halay çeker
Türkü söyler gibi yan yana
Mavzer mevzere verip de
Düşmana kurşun da atarız”

Sözlerini bitirir bitirmez tam çivinin çakıldığı yere dikti gözlerini “Ah len Ah!” dedi yüksek sesle. Artık bağıra bağıra konuşuyordu:

“Halkın Üstüne Böyle Kalksa da Faşist Namlular /Namert Ellerdir /En Sonda /Bir Bir Kırılacak!..”

Ağır konuşuyordu usta. Bir bir sıkıyordu dizeleri kurşun gibi...
Neden tiyatro salonumuzu mühürlediklerini sorduk. Neden? Neden kültür merkezimizi mühürlüyorsunuz? Neden? Neden her yeri dağıtıyorsunuz? Neden? Neden bizi gözaltına alıyorsunuz? NEDEN?
Bir cevap alamadık. Sorular boşlukta asılı kalıyordu. Bütün bu sessizlikte sadece bizim sesimiz duyulurken Ahmed Arif veriyordu cevaplanmayan sorularımızın cevabını:

“Ne alnımızda bir ayıp
Ne koltuk altında
Saklı haçımız
Biz bu halkı sevdik
Ve bu ülkeyi.
İşte bağışlanmaz
Korkunç suçumuz...”

Bütün bunların hiçbirini duymadı elleri silahlı ve telsizli adamlar. Birer birer topladılar eşyalarımızı. Yorum’un “Cemo”sunu koydular önce torbaya. Cemo bu... Yiğit, yağız delikanlı. Dağların şahanı... Sığar mı o küçücük torbaya? Peki ya yiğitlik midir Cemo’yu elleri kolları bağlı kurşuna dizmek? Olsa olsa kurt ulumalarıdır sinsice, dağın ardından duyulan. Cemo bu, korkusudur hainin, işbirlikçinin. Kimin gücü yeter Cemo’yu vurmaya?
Sonra Berivan’ı koydular yanına, Berivan, delikanlı Kürt kızı. Direndi, başını eğmedi. “dağlara çıkam dedim, dosta ulaşam dedim, dost ben senin derdinden, dağlara mekan dedim...” diyordu kürt kızı Berivan, sesi yettiğince... Yürek Çağrısı’nı, Feda’yı... koydular sonra o siyah torbaya.
Bir ses gelip çarpıyordu Kültür Merkezinin duvarlarına:
“Türküler Susmaz. Halaylar Sürer...”

Biz bu sesi dinlerken, Nazım seslendi o duvarın en sonundan:

“Güzel günler göreceğiz çocuklar,
Güneşli günler göreceğiz
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
Işıklı maviliklere süreceğiz “

Zabıt tutuldu. Tutulur zaten ezelden beri. Kaç bin yılın zaptını tuttular. Koskoca tarih bu hepsini yazıyor zaten. Tarihi biz yazıyoruz bin yıldır dökülen kanlarımızla. Tarihe yazılanların değil, tarih yazanların soyundan geliyoruz. Onlar ise Hızır Paşaların, Kuyucu Murat’ların...
Bütün deliller zapta geçirilmişti. “Söylenen her şey aleyhimize bir delil” olacaktı. Söylediğimiz türküler, okuduğumuz şiirler hepsi aleyhimize bir delildi. Suç (!) dosyamız kabarıktı. Bütün suçlarımızı bir bir üstlendik. Bizimdi “Cemo”, bizimdi “Feda”, bizimdi bu “Cesaret”, “Yürek Çağrısı” bizimdi hepsi. Biz yaptık, pişman değildik!

1 Nisan sabahı geldiler, bizi götürdüler. Bizimle birlikte Tavır’ımızı, kitaplarımızı ve türkülerimizi de götürdüler.
Ellerimize kelepçe vurdular itiş kakış indirildik. Ruhi Su haykırıyordu arkamızdan gür sesiyle:

“Gidiyor kalktı göçümüz
Gülmez ağlamaz içimiz
İnsan olmaktı suçumuz
Hasan Dağı insan olmak!”o

(Tavır Dergisi'nden)