Dağların Kucağında Bir Ülke: Arnavutluk
Bu yaz, yirmi altı kişilik bir grupla birlikte Arnavutluk’a gittim. Uçak korkumu henüz yenemediğim için önceleri, bu geziyi gerçekleştirip gerçekleştirmeme konusunda içsel dünyamla şiddetli bir çatışma yaşamıştım… Her şeyden önce Arnavutluk, bir Balkan ülkesiydi ve mutlaka gidip oraları görmem gerekiyordu. Bu saçma salak uçuş fobim yüzünden kendimi ikna etmek başlangıçta hiç de kolay olmamıştı.
İlk kez uçacaktım sanki! Benim için, asıl heyecan şimdi başlıyordu… Uçağa bindiğimde sakinleşmek için sürekli telkin ediyordum kendimi. Havalandığımız sırada, yumruğumu sıkmaktan avcumun içine geçirdiğim tırnaklarımı fark etmemişim… O kadar gergindim ki hayatımda ilk kez, sabah kahvaltımı şarapla yaptım. Yetmedi, bir şişe daha istedim. Sonra yine yetmedi… Bu kez utancımdan bir şişe daha isteyemedim. Geçen aylarda, raylı sistemlere karşı olan fobimi İstanbul, Sirkeci tren istasyonuna gittiğim zaman kırmıştım. Sanırım, şimdi sıra hava yollarında…
Arnavutluk’a çabuk gelmiştik. Yolculuğumuz iki saat sürmemişti bile… Bu gezi için çok yoğun bir program hazırlanmıştı… Dört gün içinde, bu ülkeyi neredeyse baştan aşağı dolaşacaktık. Arnavutluk, yaklaşık 3.5 milyon nüfuslu bir ülke… İlk uğrak yerimiz Tiran’dı. Tiran yolları ve sokakları köstebek yuvası gibi delik deşik edilmişti. Seçim öncesi bizim ülke sokakları da delik deşik oluyor ya işte, onun gibi…
Tiran, kültürel ekonomik ve endüstriyel açıdan Arnavutluğun en büyük şehri. Bir gece Tiran’da konakladıktan sonra ertesi gün diğer şehirleri dolaşıp güneye doğru, Sarande’ye (Adriyatik kıyılarına) kadar gidecektik. Burada, insanların sanata değer vermeleri beni derinden etkilemişti. Tiran’da büyük bir opera binası ve şehir müzesi bulunuyor. Bir de bu ülke insanının dünyasını renklerle donatan “Don Pedro” ları vardı. Don Pedro, İspanyol bir ressam… Hayatın bütün çarpıcı ve çılgın renklerini tuvalinde görüntülemiş … Tiran’daki otelin girişinde ve yemek salonunda tabloları asılıydı.. Ayrıca tanıtım broşüründe şiirlerini de görmüştüm ancak Arnavutça bilmediğim için o şiirleri okuyamadım, okutacak kimseyi de bulamadım . Şiirleri görünce içimi bir heyecan sardı. Bu güzel insanın vermek istediği mesajları bilmek isterdim…
Arnavutluk, dağlarla kaplı bir ülke. Sıcak kanlı insanları, yeşilin bütün güzel tonlarını barındırdığı dağları, tarihi kalıntıları ve ülkeyi kucaklayan Adriyatik kıyılarıyla çok güzel bir yerdi. Bu arada hemen belirtmeliyim, Arnavutluk’a gelirseniz burada mutlaka şarap içmelisiniz. Gittiğimiz lokantalarda, müşterilere kendi yaptıkları açık sofra şaraplarını sunuyorlardı. (Herkesin damak tadı farklıdır ama ben, hayatımda bu kadar güzel ve lezzetli bir şarap içtiğimi hatırlamıyorum)
Güneydoğu Avrupa'da, Adriyatik Denizi kıyısında yer alan bu güzel ülke, doğusunda ve kuzeyinde Yugoslavya, kuzey ve kuzey doğusunda Karadağ, Kosova, doğusunda Makedonya, güneydoğusunda Yunanistan, batısında, İon ve Adriya Denizi bulunuyor. Kuzeyinde, Balkanların en büyük gölü, İşkodra Gölü var. Güneydoğusunda Ohri gölü, bu göl, Balkanların en derin gölüymüş.
Makedonya, Yunanistan ve Arnavutluk arasında “Prespa Gölü” yerini almış. Bunlarla birlikte, ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda küçük Alp gölleri var. 150 civarında ırmak, çay, beş baraj ve iki yüz içme suyu ve mineral kaynakları olduğunu söylemişlerdi..
İç kısımlarda soğuk iklim hakim olup yazları kurak kışları soğuk ve yağışlı geçiyormuş. Ülkenin en alçak noktası Adriyatik Denizi'nin olduğu yer ve en yüksek noktası da Korabi (Maja e Korabit) Dağı'ymış. Doğal kaynaklarının, bakır, petrol, kereste, doğalgaz, krom, kömür ve nikelden oluştuğu söyleniyor. Arnavutlar, kendilerine Arnavut denilmesinden hiç hoşlanmıyorlar. Bunu bize, müzeyi gezdiren bir görevli söylemişti. Aynı zamanda orada yaşayan birkaç kişiden de aynı sözleri duymuştum. “Arnavut” un anlamı geri dönmez demekmiş. Yani, diğer bir anlamla inatçı. Bu nedenle onlar, bütün dünya dillerinin kullandığı Albania kelimesinin kullanılmasını tercih ediyorlardı.
Bu ülkede resmi dil olarak Arnavutça konuşuluyor. Dil, Hint-Avrupa dil ailesine mensup. Eski İllirya dili, yoksulluğu nedeniyle Arnavutluk’u hakimiyeti altına alan birçok ülke dilinin etkisi altında kalarak zenginleşmiş. Halk, iki gruba ayrılıyor. Bize verilen bilgiye göre ülke, komünist idarenin altına girdikten sonra dini inanç ve yaşayışları yasaklanarak halk, dinlerinden koparılmış. Yeni nesiller dinsiz olarak yetiştirilmiş, ibadethaneler kapatılmış. Camiler ve mescitler yakılıp tahrip edilmiş. Yalnızca Tiran’daki Ethem Bey camii ile Gjirakostra’da ki cami kalmış. Bunlar da müze olarak kullanılmış. Halkın yarıdan fazlası Müslüman olduğu söyleniyor. Geri kalanı Hıristiyan ve ateistlerden oluşuyormuş. Ama ne fark eder ki… Müslüman, Yahudi, ateist ya da başka bir milliyet! Aslolan, insanın insanca yaşaması değil midir?
Arnavutlar, M.Ö.2000 yıllarında Balkan Yarımadasına yerleşen İllirya’lıların torunlarıymış. 500 yıl, Romalılar tarafından yönetilen İllirya,M.Ö.167 yılında Romalılar tarafından ele geçirilmiş. 395 yılında Roma İmparatorluğu parçalanınca ülke, Arnavutluk adını alarak, Roma İmparatorluğunun bir parçası olmuş. 1468’de Osmanlılar Arnavutluk'u ele geçirmesiyle uzun yıllar burayı idare etmişler. Daha sonra Arnavutlar, kendi istekleriyle 17.yy. da İslamiyeti kabul etmişler. Zamanla kendi kültürlerini bırakarak, Osmanlı kültürünü benimsemişler. 1912 yılında, Osmanlı idaresinden ayrılan halk, büyük devletlerin kontrolü altında kalmış.
Ülkenin güneyine (Sarande’ye) inene kadar bir hayli yolumuz vardı. Bunlar, dar ve virajlı yollardı, geçtiğimiz yolların diğer bir adı da ölüm yolu olmalıydı… Belki de en doğrusu. O anlar, ölümü ve dirimi bir arada yaşadığım anlardı. Hemen hemen geçtiğimiz her virajda, çiçeklerle bezenmiş tek kişilik mezarlar bulunuyordu. Sparta’ya bu mezarların anlamını sorduğumda; trafik kazalarında ya da yol kenarlarında herhangi bir nedenle hayatını kaybedenler kazanın meydana geldiği yerlere gömülürmüş. Ayrıca, toplu mezarları da çiçek bahçesini andırıyordu, belli ki, halk, ölülerine çok değer veriyordu…
Otobüsle, saatlerce dağların virajlı yollarında hoplaya zıplaya seyrettik. Sürekli notlar alıyordum. Aslında hoplamıyorduk, adeta silkeleniyorduk otobüsün içinde. Ben, bıkmadan, usanmadan tanınmayacak hale gelmiş yazımla sürekli notlar alıyordum.
Eve gelip gezi notlarımı temize çekmek istediğim zaman neler yazdığımı anlamak için epeyce bir sıkıntı çekmiştim, çünkü defterimdeki yazılar, Orhun kitabelerindeki yazıları andırıyordu. Bu kadar uzun bir metni nasıl hazırladım, sorarsanız söyleyemem çünkü ben de bilemiyorum.
Pek çok yerde kapaksız çöp bidonları vardı, külahında eriyip akan dondurma toplarına benzetmiştim bidonların içinden taşan çöpleri. O bidondaki çöpler, sonra bir rüzgar esmiş, hepsini sağa sola savuruvermiş. Dağ yollarındaki çay bahçelerinin tuvaletleri de oldukça kirliydi.. Sanırım, sıvı sabun kültürü henüz yaygınlaşmamış, lavabo kenarlarında kalmış su birikintilerinin içinde yumuşamış sabunlarla temizliğinizi yapmak durumunda kalıyordunuz.
Sağ olsun Sparta, yoğun program nedeniyle pek ihtiyaç molası vermediği için on beşer dakika ya da yarım saat konakladığımız yerlerin tuvalet kapılarında SSK ya da TEDAŞ kuyruğu gibi kuyruklar oluşuyorduk. Bereket, erkekler işlerini kadınlardan daha çabuk bitirdikleri için onların hızla ilerleyen kuyruğunda bekliyor yurt dışında olma avantajını kullanarak her defasında erkekler tuvaletine girmek durumunda kalıyordum. Kimse dönüp ilgilenmiyordu benimle tuvaletlerinde ne işim var diye… Özgürlük bu olmalıydı…
Rehberimiz Sparta, aslında, ben ona beş dakika diyorum, ya da sağ gösterip sol vuranlardan... Yolculuk sırasında Şoförümüz Gentvy otobüsün hızını kesiyor ve rehberimiz; “sağ tarafta bir kilise göreceksiniz” diyerek başlıyor anlatmaya, otobüsteki yirmi altı kişi, söz konusu kiliseyi görmek adına topluca başlarını sağ tarafa çeviriyor. Ama hiç bir şey göremiyoruz. Sonra, "Pardon, sol taraftaymış” diyor. Sağ sol derken Sparta’nın anlattıklarını göremeden geçip gidiyoruz dar ve virajlı yollardan.
Sparta’nın zaman kavramı beş dakikayı geçmiyordu. İhtiyaç molası ne zaman ya da gideceğimiz yol ne kadar sürecek diye sorduğumuzda Sparta, zamanla ilgili her türlü soruyu “beş dakika” diye yanıtlıyordu. Aslında beş dakika; on beş, yirmi beş, otuz beş, ya da kırk beş dakika da olabilirdi çünkü içinde 5 olan her rakam, Sparta için beş dakikaydı. Zaman zaman yollarda sersefil olmamızın nedenini “beş” dakikalara borçluyduk…
Bu ülkede, başka insanlar, başka hayatlar yaşıyorlardı… Oysa, hepimiz etten ve kemikten yaratılmıştık. Bütün ülke insanları aynı dili konuşup birbirleriyle anlaşabilseydi ne güzel olurdu? Hepimizin duyguları vardı aynı şarabı içiyor aynı yerlerden geçiyorduk. Aynı güzellikler arasındaydık ya da aynı bozuk yollardan yürüyorduk. Aynı otellerde kalıyor, aynı asansörü paylaşıyor aynı restoranda toplanıyorduk ve aynı yemekleri yiyor aynı müziği dinliyor aynı havayı soluyorduk. İnsanları daha iyi anlamak ve onlardan daha çok şey öğrenmek için bu dünyadaki bütün dilleri bilmek, ve onların kaygılarına, acılarına ortak olmak, sevgi, güzellik, barış adına düşüncelerini paylaşmak isterdim.
Rehberimiz, bizi son güne dek tarihi yerlerde ve kalelerde gezdirmişti. Ne kadar çok kalesi vardı bu ülkenin… Bir de yüreğimde en büyük acıyı hissettiğim an; Arnavutluk’un güneyinde Gjirokaster kalesinde gördüğümüz hapishaneydi. Demir parmaklıklarla kapatılmış ufacık camı olan hücreler…
![]() |
İçerde duvarlara yazılan el yazıları vardı ve içeri atılan insanlar yıllarca ne acılar yaşamışlardı kim bilir? Okuyamamıştım o yazıları… Ne olaylar yaşanmıştı geçen zaman dilimi içinde… |
Karınları doyuyor muydu, O hücrelerden ölü, yoksa sağ olarak mı çıkmışlardı? Üşümüşler miydi uyuyabilmeleri için altlarına bir döşek verilmiş miydi yoksa buz gibi betonun üzerinde mi geçiriyorlardı gecelerini? Çok mu kötü davranılmıştı o insanlara? Oysa onların da aileleri ve evde bekleyen çocukları vardı… Kale bahçesinin altında geniş odalar vardı üzeri kalın paslı demirlerle kapatılmış. O zaman, insanları aslanlara canlı yem olarak atıyorlarmış. Bu yüzden hiç sevmedim kaleleri… Bana, insanlık dışı eylemleri ve zulmü çağrıştırdığı için…
Uyuyamadım o gece, sımsıcak mayıs gecesinde, derin düşüncelere daldıkça yüreğim sancıdı, buz kesti bedenim… Surların üzerinde uçuşan mavi kanatlı kuşları ve incecik boyunlarını taşların arasından gün ışığına uzatan gelincikleri düşünerek acımı hafifletmeye çalıştım… Çekilen tüm acılara rağmen, yaşamak güzeldi… sevmek, paylaşmak ve güzellikleri görebilmek…
Evrendeki bütün insanların acılarını ve umutlarını paylaşmayı çok isterdim.
İnsanlar bu gibi yerlere yalnızca gezmek için gitmemeli. Gittiği zaman, olup biten her şeyi derinden sorgulaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü duyarlı olmak ve düşünmek “insanca yaşamak” demekti…
Alev KUTLUÖZEN