Che’nin elleri neden kesildi, Faşizm bedenimizden ne istiyor?

Çocuk Faşizmi Yanağında Tanır! E. Günçe, “Çocuklar İçin Faşizm” şiirinde faşizmi açık ve sade bir örnekle anlatır. “Faşizm için, dayak yemektir serseri bir babadan,” der. “Karanlık odaya kapatılmaktır, hakkını istemekte direttiğin zaman.”

Ekim 5, 2018 - 19:39
 285
Sonra devam eder tarife: Faşizmin amacı, “yıldırmaktır, esir etmektir” ve Günçe’ye göre, “çocuk, faşizmi yanağında tanır.”

Doğru, hepimiz gövdelerimizden biliriz faşizmi. Çünkü, çocuğun yanağından tanıdığı faşizmin derdi aslında vücudumuzladır. Serseri bir babadan yenilen dayağın yanakta bıraktığı iz gibi izler bırakmaya çalışır vücudumuzda faşizm.

Mesela, Nazi toplama kamplarının en meşhuru olan Auschwitz’de, mahkûmların numaraları kollarına “dağlanarak” işleniyordu. Tutuklular buna, “Himmlische Telefonnummer”, yani “Tanrı’nın telefon numarası,” diyorlardı. Böylece kamp, tutuklunun bedenine birebir işlenmiş oluyordu.

“Yine savaş yıllarındaki Buchenwald Kampı’nda, tutukluların etiketlenmesi, hayvanlara yapıldığı gibi ‘dağlanması’, çıplak bırakılması, kampın rutin uygulamalarından sayılıyordu. Kamp komutanının karısı ilse Koch, dövmelere bayılır, tutukluları hastanede tek tek gözden geçirir, içlerinden ilginç dövmeleri olan varsa öldürtüp parçalatırdı. Dövmeler kesilip, abajur ya da dekoratif tablo yapılmak üzere tabaklanırdı. Beden, faşistler için ‘bir kamp mobilyasıydı’ çünkü.”

Bu yüzden mesela, ortaokullise yıllarında elinde makasla okul kapısında bekleyerek, saçları biraz uzamış öğrencilerin kafasında derin izler açmaya çalışan müdür muavini ile yeni gelen mahkûmu ilk önce berberin önüne oturtan cezaevi müdürünün kafası aynı kafadır.

Can Yücel, “Siyasi Şiirler”in birinde, bir mahkûmun işkencede başına gelenleri anlatır. Falakada patlatılan tabanlarından kopardığı deri parçalarını mahkemeye sunmak için kibrit kutusunda saklayan mahkûm, yapılan aramada şüpheli nesneyi yakalatır. Mahkemede konuşmasını engellerler diye buldukları şeyin ne olduğunu söylemez. “Kibrit kutusunda esrar saklıyor,” diye cezaevi müdürünün karşısına çıkartırlar. Orada, çaresizce tüm gerçeği anlatır mahkûm. Sorgulama, kibrit kutusundaki bilinmeyen maddeyi ilk yakaladığında “esrar”a yorarak(!) daha iyi anlamak için deri parçalarını ısırıp yalayan gardiyanın kusmasıyla biter.

Deri parçaları tekrar kutuya konarak mahkûma teslim edilir.

Hüseyin Kapan’ın da benzer bir hikâyesi var. Tutuklandıktan sonra günlerce ağır işkence gören Hüseyin, bakın nasıl anlatıyor işkencenin şiddetini: “Eve gittim. Annem beni tanımadı. Bana, ‘Hüseyin’imi bırakmışlar, beni Hüseyin’imin yanına götür,’ dedi. Ben de, ‘O çarşıda, gel seni götüreyim,’ dedim ve koluna girdim. Yürüdük ve çarşıda kalabalığın yanına geldik. Annem hâlâ beni arıyor. Kalabalıktan biri, ‘Hüseyin senin kolunda,’ deyince, annem ‘Uyyyyy!’ diye çığlık atıp kendi yüzünü tırmalamaya başladı. Aynada kendimi gördüğümde ben de ürkmüştüm. Korkunçtu. Gözümün altındaki deri, bir et parçası halinde sarkmıştı.”

Hüseyin Kapan, el ve ayaklarının işkenceyle sökülen tırnaklarını saklar ve mahkemeye delil olarak sunar. Mahkeme heyeti, “Ne yapalım işkence yapıldıysa, yapılmışsa yapılmış. Yapılmasa siz bunları söyler miydiniz,” şeklinde veciz bir yanıt verir. Sadece, “Teslim alındı ve dosyaya konuldu şeklinde not edildi,” derler. Can Yücel’in mahkûmunun kopan derileri gibi, Hüseyin’in tırnakları da dosyasına konur. 11 Aralık 2000 tarihli Hayata Dönüş Operasyonu’nu hatırlayın. “Cezaevlerine hâkim olamazsak IMF programlarını uygulayanlayız,” diyen dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in verdiği emrin ardından, devletin “şefkatli eliyle” yirmi cezaevine birden yapılan operasyonun provası, 5 Tem muz 2000’de Burdur Cezaevine yapıldı. Operasyonda yaralanan Veli Saçılık tedavi için önce Burdur Devlet Hastanesine, sonra da İsparta’ya gönderildi. Saçılık hastanede yatarken, İsparta’da bir evin önünde, ağzında insan koluyla dolaşan bir köpek görülür. Polis bir cinayet olduğunu düşünür önce. Daha sonra kolun Veli Saçılık’a ait olduğu anlaşılır.

28 Aralık 2011’de Roboski’de “terörist zannedilip bombalanarak öldürülen” otuz dört köylüyü hatırlayın. O gece bahtsız anneler, uykulardan uyandırmaya kıyamayıp yün döşeklerde yatırdıkları evlatlarının parçalanmış bedenlerini elleriyle toplayarak, mazot bidonlarının içine ve çuvallara doldurdular. Ne mavi gözleri kalmıştı oğullarının ne de sarı saçları. Kararmış bir kafa ve her bir parçası bir yerlere savrulmuş gövdeler.

O gece, katırların sırtında taşıdılar Roboski’nin kalbini… Che Guevara… Bolivya’da yeni bir direnişi örgütlemeye çalışırken CIA’in faşist yönetimle yaptığı ortak operasyonda yakalandı. 9 Ekim 1967’de Higuera’da infaz edildi. Çarpışmada öldüğü izlenimi vermek için de ayaklarına defalarca ateş ettiler. Che’nin cesedi bir helikopterin iniş takımlarına bağlanarak Vallegrande’ye götürüldü sonra. Buraya kadar anlaşılabilir olan faşist akıl bundan sonrasında şaşırtıyor: Nedense, Che’nin elleri burada bir hastanede, bir doktor tarafından kesilerek gövdesinden alındı.

Viktor Jara… Şilili ozan. 16 Eylül 1973’de Faşist Pinochet’nin askerleri Victor Jara’yı Şili Santiago Stadyumu’na getirdiler. Askerler, şarkı söylemeye çalışan Jara’nın önce ellerini kırdılar, sonra da dipçikle kafasını parçalayarak öldürdüler.

Faşizmin bedenlerimizle bir derdi var belli ki. Aslında kendi gövdemizle ilişkimiz, Afrikalı kabilelerin kurduğu ilişki kadar naif ve özverilidir. Afrikalı kabilelerde kadınlar, ölen yakınları için parmaklarını keserlermiş. Bizim de ölen her kardeşimizle birlikte kesip attığımız bir parça vardır kalbimizde. Prometheus’un kalbi gibi kartallar tarafından deşilen, ama her seferinde bir sonraki sabaha kadar iyileşen.

Hemingway, “Bir nesil biter, yeni bir nesil gelir. Güneş de doğar, batar. Yeryüzü sonsuz gider. Tüm ırmaklar denize akar, ama deniz dolmaz,” diyor. Elhak, doğruymuş. Denizler dolmuyormuş. Anladık, kötü ve tatsız bir gerçekmiş bu.

Ama yorulduk, arkadaşlarımızın cenaze haberlerini konuşmaktan. Kardeşlerimizi cenaze törenlerinde beklemekle geçti günlerimiz.

Kalbimiz, kaybettiklerimizin anısıyla doldurduğumuz birer toz kuyusu artık.

Kablolar… Falakalar… Bombalar… Kopan derilerimiz, etlerimiz ve tırnaklarımız…

Ne yapalım? Neyimizi sunalım?

İşkence tezgâhlarında çıplak ucu bağlanan elektrik kablolarının izlerini taşıyan avuçlarımızda, bir kentin ortasında güpegündüz havaya uçurulan insanlarımızın masum gövdelerinin ağırlığı ve kederi var, hâlâ yakıcı ve çok taze.

V. Arsenyev’in aynı isimli romanından uyarlanan “Dersu Uzala” filmi, Kurosawa’nın en etkileyici filmlerinden biridir. Ormanda tek başına yaşayan bir avcı olan Dersu, Yakutistanlı bir Türk tür. Filmde, onunla tesadüfen karşılaşan Rus ekibin başındaki yüzbaşının, hayata ve doğaya dair bu bilge adamdan öğrendiklerini izleriz.

Filmin bir yerinde Dersu, ekibin ateşe en çok ihtiyaç duyduğu bir sırada, avcuna doldurduğu külü üfleyerek ateşi yeniden canlandırır.

Hâlâ bir ateş var avuçlarımızda biliyorum, üflenmeyi bekleyen.

Ercan Kesal