BAĞDAT'IN GÖZLERİ

Bombalar altındaki Bağdat'ı dinliyorum. Bilirsin, kentler konuşur. Bağdat da konuşuyor aslında. Elbette Washington da konuşuyor. Ancak, Urfa, Antep, Maraş'ta konuşuyor. Madrit ve Paris'te konuşuyor. Kentler konuşur. Bunu senin de duyduğuna eminim.

Mayıs 13, 2004 - 08:47
 1.1k
Hayatımıza giren ne çok kent var değil mi? Unutulmaz izler bırakmış hepsi de. Mesela, İzmir konuşunca herkes işgalcilerin denize dökülmesini duyar. Beyrut'ta suskun değildir. Gazze ya da Cenin'de konuşur. Havana hep mutlulukla konuşuyor zaten. Kentler konuşur yani. Bağdat'ta konuşuyor işte. 'Duyuyor musunuz ey insanlar'? diyor. Bağdat güzel konuşuyor gerçekten. Zaten en güzel, en kırımızı ve en coşkulu konuşan kentler en acılı olanları değil midir? Öyledir elbet, öyledir...

Bilirsin, kentlerin 'kurtuluş yıldönümleri' vardır, ama en gür konuşanlar 'kurtuluş yıldönümleri' olan kentlerdir. Acaba dünyanın başka yerlerinde Gazi, Şanlı, Kahraman diye başlayan kentler var mı? Bilmiyorum. Belki sen biliyorsundur. Ama Çanakkale'den Vietnam'a, Madrit'ten Bağdat'a kendilerine has bir onurları vardır kentlerin. Bunu gözlerinden anlarsın. Bir kentin gözleri mezarlıklarıdır değil mi? İstanbul'un gözleri doludur mesela. Yaş değil elbette, öfkeyle bakar İstanbul'un gözleri. Bağdat'ın gözleri de doludur.

Ne garip değil mi? Madrit'e hiç gitmedik ama bize yabancı değil. 'No Pasaran' deyişinden belki de. Sonra Komün'ün Paris'i ve önleri Moskova'nın. Ve Bağdat deyince, hani doğup büyüdüğümüz yer gibi, ya da teyzemizin oturduğu şehir gibi gelmiyor mu sana da. Ama en çok Bağdat'ı 'Bizim Bağdat' yapan onur kavgası elbette. Dünya gözüyle görmediğimiz bu kentler, sanki bizden bir parça değil mi? Haklısın... 'sanki'si fazla oldu. Dünya gözünün menzili sınırlı zaten. Sadece burnunun ucunu görebiliyorsun ama yürek gözü öyle mi ya? Yüreksizlerin kör oluşu bundandır.

Ve biliyor musun, kentler kendi aralarında haberleşir. Mesela kuşatılınca bir kent, ahvalini yıldızlara yazar. Nasılsa aynı yıldızların altındadır kentler. Mesela bu gece, kaldır başını bir yıldıza bak. Ben öyle yapıyorum sık sık. Açıp okuyunca yıldızı, Bağdat'ın ne yazdığını görüyorum. Tarihin nasıl yazıldığını biliyoruz, peki nereye yazılıyor tarih? Yıldızlara yazılıyor işte! Öyle olmasa, bu 'büyük insanlık' karanlıklarda yolunu kaybederdi. Öyle ya kil tabletler parçalandı, kitaplar yakıldı ama yıldızlara kanla yazılan tarih geleceğin rotasını göstermeye devam ediyor işte.

Bağdat ne mi yazmış? İçinden geçeni yazmış yıldızlara. Zalimin zulmü varsa diyor mesela Bağdat, mazlumun isyanı vardır. Onur diyor sonra ve bağımsızlık ve fedakarlıktan, fedadan, fedailerden bahsediyor Bağdat. Gurur dolu konuşuyor. Elbette acılardan, kanayan yaralarından da bahsediyor Bağdat. Ama binlerce bombaya göğsünü siper eden bu kentin sesinde bir çaresizlik yok. Aksine öfkeli bir mağrurluk var. Dik başlı ve boyun eğmez bir edayla acılarını güç yapmış sesine Bağdat, Gümbür gümbür konuşuyor. Binlerce yılın bilgeliğiyle neyin ne olduğunu en anlaşılır biçimde anlatıyor. Mesela emperyalistlerin dilindeki 'özgürlük' götürmenin işgal, istila ve katliam olduğunu anlatıyor Bağdat. Şahlar, padişahlar, Sultanlar görmüş gözlerinin faka basmazlığıyla 'kral çıplak' diyor yine. Ve kral, ve işbirlikçileri, ve müttefikleri, ve uşakları, ve soytarıları bu alçak, bu kepaze, bu rezil çıplaklıklarını bombalarla ve yaygaralarla örtmek istiyorlar. Oysa gerçek çıplak. Çırılçıplak bir istila ve katliam saldırısı duruyor orta yerde.

Ve Bağdat konuşuyor işte, duyuyor musun?

'Taş üstünde taşım, içimde yaşayan insanım kalmayabilir. İnsanlar ölebilir, çok öldüler ve ölüyorlar hala. Ve fakat kentler ölmez, yok edilemez. Kentlerin teslim alındığı da yalandır. Kentler halkındır, yıkılabilir ama yenilmezler. Her gün yeniden doğarlar. Damarlarında, -ki bir kentin damarları sokaklarıdır-, öfke, umut ve direnç dolaşır.

İşte yine yanıyorum, kapılarıma haramiler dayandı. Her gün, her gece koynumda sakladığım insanlarım gözlerime doluyor. Ama düşmedim, düşmeyeceğim. Paris nasıl 1871'de düşmediyse ve bunun kanıtı Seine Nehrinin kırmızı akmasıysa Dicle'de kırmızı akacak. Madrit nasıl düşmediyse bende teslim olmayacağım. Çiğnedikleri caddeler, yollar ve meydanlar olacak ama onurumu asla çiğneyemeyecekler.

And olsun ki bugün yanıp yıkılmış kapılarımdan girseler bile, işgal edildiysem yani, iyi bilin ki gücümün yettiğince Dicle'de boğacağım bu namert katilleri. Hakkınızı helal edin şehirler, köyler ve kasabalar. Yıkılmış görseniz de beni, yenilmiş görmeyeceksiniz. Bugün yıkılmış olsamda bedenimi çiğnesede bu namert postallar and olsun ki bir gün doğrulacağım bir gün yaralarımı sarıp bu zincirleri kıracağım, gün direnme günüdür....'

Bağdat böyle konuşurken işte, diğer kentler onlardan bahsederken 'Kahraman Ummu Kasr', ya da 'Şanlı Bağdat' diyor artık. Bağdat'ın diyeceği çok şey var, diyor da zaten.

Ama bu gece Bağdat kulağıma en son şunu dedi:

'Benim için ağlamayın, böyle içli içli yanıyorum diye karalar bağlamayın. Semalarımdaki ateşten koparıp bir parça bayrak yapın ve yürüyün üstüne bütün zorbaların. Tutuşturun, yanıp gitsin bu alçaklar koalisyonu. Yansın bu zorbalık dünyası, küllerinden özgür bir dünya yaratırız!'

Bağdat'ı ben mi konuşturuyorum, Bağdat mı beni konuşturuyor bilmiyorum. Ama biz seninle Bağdat'ı konuşuyoruz. Milyarlarca insan konuşuyor Bağdat'ı zaten. Duyuyorlar çünkü Bağdat'ın çağrısını. Ve 'duyup ta durmak olur mu?' misali dillerinde kurtuluş türküleriyle ayağa kalkıyor kentler ve insanlar.

Bir kent şarkı söyler mi? Söyler, söylüyor işte. Bağdat'ın gözlerine bakanlar şarkılarını da duyar. Gerçeği, onuru ve istiklali anlatıyor Bağdat. Dinleyene, duyana, anlayana elbette. Bağdat konuşuyor ve daha da çok konuşacak değil mi?

Ümit Zafer