AMERIKA...?
Dünya tarihinin en çetrefilli tartışmalarından biri, Amerika’nın önce kim ya da kimler tarafından keşfedildiği üzerine olanıdır. Buna verilecek cevap, özellikle günümüzde belli bir ideolojik tutumla özdeşleşmiştir.
Yalnızca daha bereketli, av hayvanları bakımından daha zengin topraklara, daha ıssız, daha yumuşak denizlere ulaşmak için değil, düşmanlarının saldırılarından kurtulabilmek, kışları, yazları daha ılıman iklimlerde yaşamak için de denizlerle boğuşmayı göze almışlardı. Asya’dan, Avrupa’dan, Okyanusya’dan, basit sallarla, derme çatma yelkenli kayıklarla yola çıkan insanların belki binlercesi denizlere gömülmüş; ama yine binlercesi de kıtaya ayak basmayı başarmıştı.
Keşfetmek, daha önce bilinmeyen ama varolan bir şeyi bulmak demekse, adı hasbelkader Amerika olan coğrafya parçası da, Avrupalı tüccar gemicilerden çok önce, bir adadan diğerine sıçrayarak denizler aşmak zorunda olan sıkışmış insanlar tarafından keşfedilmişti. Asya’yı, Avrupa’yı hangi temel gereksinimler, dolayısıyla hangi sorunları yaşayan insan toplulukları keşfetmişse, Amerika kıtasına ilk ayak basanlar da onların soyundandı.
Ne var ki, onlar, Amerika’yı “sermaye” yapacak güçte ve düzeyde değillerdi. Avrupalı krallar ve tüccarlar, herhangi bir toprak parçasının nasıl işlenebileceğini de biliyorlardı, nasıl yağmalanacağını da. Öncekiler ise, yani Okyanusyalılar, Vikingler, Bering Boğazından yayan-yapıldak geçen Asyalılar, dünyalarını sırtlarında taşıyorlardı ve yeni geldikleri yerlerde bulduklarını alıp geri dönecekleri bir başka dünyaları yoktu. Yerleşmek istiyorlardı, o kadar.
XVI. Yüzyılın Avrupalısı ise, Avrupa’dan ayrılmak değil, ayağını sağlamca basarak, bildiği kadarıyla bütün dünyaya egemen olmak isteyen ve bunun için birbirleriyle ölesiyle dövüşen feodal krallar tarafından temsil ediliyordu. Onlar için dünya kendi bildiklerinden ibaretti ve yeni ulaşılan her toprak parçası, üstünde yaşayan insanlara rağmen, “yeni bulunmuş, daha önce bilinmeyen”, “keşfedilmiş topraklar” olarak damgalanıyordu.
Bununla birlikte, eğer Avrupa, Amerika’yı kendi Amerikası haline getirmeyi, kendi sermaye birikiminin ilk kaynağı olarak kullanmayı başaramasaydı, Kolomb bir kahraman olarak anılamazdı.
Atlas Okyanusu, altın ve gümüş akan bir nehir gibi Avrupa’nın çökmeye yüz tutmuş krallıklarının hazinesini doldurup kapitalizmin temellerini sağlamca döşemeye başladı. Bu andan itibaren, Avrupa’nın belli başlı kralları bütün olanaklarıyla “Yeni Dünya”ya seferler düzenledi. Topraklar kapanın elinde kaldı, yerli halklar kılıçtan geçirildi. Artık Amerika’yı kimin keşfettiği sorusuna adı sanı bilinmeyen halkların, barbar denizcilerin kimliği cevap olamazdı. Kıtayı kim ele geçirdiyse, keşfeden de onların adına gemilere kaptanlık yapan adam olacaktı. Tam olarak öyle de olmadı; kıtaya ayak basan ilk İspanyol Kolomb olmasına karşın, Amerigo Vespucci’nin adı,“Yeni Dünya”nın adı oldu.
ABD’nin tarihinde “keşif” kavramının, bas ve yok et, hak etmesen de fırsatını bulunca kap gibi hiç de onurlu olmayan edimleri çağrıştıran bir içeriğe kolayca özdeşlenebilmesinin yaratıcıları, bu maceracı tüccarlardır.
Amerikan emperyalizminin gelişmesi ve bir “süper güç” olabilmesi kuşkusuz böyle rastlantıları da içeren bir süreç sonunda gerçekleşti.
Bugün Amerika, toplumsal, ideolojik ve siyasal etkisini ekonomik ve askeri güçle sağlayan bir devlet olarak karşımızdadır. Hâlâ Amerika’yı kimin keşfettiğinin önemi var mı? Şimdiki emperyalist ideologlar, kıtaya ilk kez insan yüzü gösterenlerin kendi ataları olduğunu söylemekten hoşlanıyorlar. Uygar, Hıristiyan ve beyaz insanların kurduğu bir ülke olmakla övünüyor ve Amerika’nın başka türlü düşünülmesine tahammül edemiyorlar. Bu tutum, dünyaya yeni bir düzen vermek isteyenlerin kendileri hakkındaki imgelerini ve dünyaya vermek istedikleri düzenin içeriğini de açıklayan bir kapsamdadır.
Fetihçilikle keşifçilik, birbirini tamamlayan eylemlerdir. Keşfetmek, Batılı maceracının dilinde mülk edinmek anlamına da geliyor; sahipsiz, “yabanının elinde kalmış” toprakları gören ilk kez kendisiyse, yani başka bir Avrupalı değilse, korsanlar arasında geçerli olan yasa yürürlüğe girer; “denizde bulunan mal, bulana aittir!”
Afganistan, Irak, belki eğer sıkarsa yarın İran bu yasaya göre “keşfedilmiş” topraklardır. Tıpkı eski gezginler gibi, ulaştıkları her yerde toprağın altında ya da üstünde buldukları her tarihi kalıntıyı yüklenip götürme özgürlüğüne ve hakkına sahip olduklarına inanırlar. “Yerli”ler, o toprakların sahibi sayılmazlar.
Vespucci, Amerika kıtasında karşılaştığı insanları anlatırken, tümüyle yabancısı olduğu bir kültür ve yaşam biçimiyle karşılaşmanın şaşkınlığı içindedir. “Krallıklarına ya da bölgelerine sınır çizmemişler, kralları da yok! Kimseye baş eğmiyorlar, her biri kendinin efendisi, ne adalet, ne şükran duygusu var...”
Bu sözlerde, gizli bir şaşkınlık, “böyle insan mı olur” anlamına gelecek bir hayret edası seziliyor. Aynı bakış açısı, bir İranlının, Sudanlının, Cezayirlinin yaşam ve inançları hakkında da aynı sözleri söyletebilirdi.
Keşif meselesi bu yüzden önemlidir. Keşfeden hükmetme hakkını da kazanır. Kendisine benzemeyeni benzetmeye çalışmak, yönetebilmenin vazgeçilmez bir koşuludur. Emperyalistler, sömürgeci geleneği sürdürürler; kendi dinine, kendi siyasal tutumuna, kendi kültürüne benzetemediğini, kendisinden saymaz ve böyleleriyle ancak ezerek, sömürerek birlikte olabilir.
Amerika’yı yakından tanımak, eski ve yeni bütün üstünlük iddialarının kökenine gitmeyi, emperyalizme karşı mücadelenin bir gereği olarak görmeliyiz.
Peki, Amerika’yı ne kadar tanıyoruz? Amerikan emperyalizmine karşı en sert sloganları büyük bir öfkeyle haykıran pek çok insan, Amerikan devlet sistemi hakkında acaba ne biliyor? Coca Cola’ya, Mc Donalds’a karşı eylem yapanların ne kadarı Amerikan beslenme kültürüyle gündelik yaşam arasındaki ilişkiler hakkında bilgiye sahip? Hollywood filmlerinin şatafatı arkasında gizlenen siyasal ve ideolojik şifreleri nasıl çözebiliriz? Sıradan bir Amerikalıyı biçimlendiren etkiler nelerdir? Amerikan sınıf mücadelesi tarihinin zenginliğinden ne kadar haberdarız?
Amerika’yı tanımak, pek çok unsuru olan bir parça bulmaca oyununu çözmeye benzetilebilir.
...
..
.
Aydın ÇUBUKÇU...
NOT:Bu yazi Evrensel Kültür dergisinin 158.sayisindan alinmistir...